Saturday, March 30, 2019




SEÇMENLERİMİZE, ÖZELLİKLE DE GENÇLERİMİZE ÇAĞRI


Görüntünün olası içeriği: 2 kişi, ayakta duran insanlar



AKP içinde en sağduyulu bildiklerimiz bile millî birlik ve bütünlüğümüzü tehdit eder mahiyette ayrıştırıcı, düşmanlaştırıcı ve şeytanlaştırıcı bir üslubu benimsemiş bir görüntü sunmaktadırlar.

Bu haliyle iktidar partisi tamamen bir umutsuz vaka görüntüsü sunmaktadır. Tekrar kredi verilebilecek hiç bir hali kalmamış durumdadır.


Sevgili kararsız seçmenlerimiz:

Bu şartlar altında kararsız kalma lüksümüz maalesef yok. Mutlaka bu seçimlerde oy kullanmalıyız.
Artık faturayı kesme zamanıdır.

Oy vermemek, her geçen gün kendini perçinleştiren mağduriyetler yaratan bir gidişata dolaylı olarak destek verme ve bir çeşit kendini kurban olarak sunma halidir.

Unutmayınız:
İçinde bulunduğumuz şartlarda, aynı ittifakın içinde yer alan MHP'ye oy vermekle AKP'ye oy vermek arasında da bir fark kalmamıştır.
MHP ve AKP oluşturdukları iktidar bloğu sayesinde etle tırnak hale gelmişlerdir.

Sevgili gençlerimiz:
Çoğunuz, 17 yıldır devam etmekte olan bir iktidar sayesinde bu ülkeden ve gelecekten umudu kesmiş hale getirildiniz.
Bunu 5 yıllık üniversite hocalığım sırasında ve yaptığımız seçim kampanyası sürecinde de gözlemledim.
Bir çoğunuz eğitim hayatınızın tamamını veya büyük bir kısmını 17 yıllık AKP döneminde yaşadınız. Sizlerin içinde bulunduğu umutsuz durum hakkında mevcut iktidarın hiç bir mazeret üretecek hâli kalmamıştır.

Çoğunuz aklı erdiğinden beri, AKP'den başka bir iktidar görmedi.
Sandığa gitmemek sizi gelecekten ve ülkeden umut keser hale getirenleri ödüllendirmektir.
Bu seçim gençlerin seçimidir.

Sevgili gençlerimiz:
Sizleri bu ülkeden ve gelecekten umut keser hale getirmiş AKP ve ortağı MHP'ye bu seçimde mutlaka bir ikaz göndermeniz gerekmektedir.
Ayrımcılığın, kayırmacılığın ve partizanlığın adresi olmuş bu iktidar bloğundan size hiç bir hayır gelmez.

Bu seçim kesinlikle bir hesap sorma seçimidir.
Eğer bu seçimde hesap soramazsanız, belki bir nesil daha sorma imkanı bulamayacaksınız.
.

İktidar bloğunun baskıcı/otoriter eğilimi artık bütün çıplaklığıyla ortadadır. Mızrak çuvala sığmaz hale gelmiştir.
Mazeret üretecek zaman kalmamıştır.

Sadece mutfaktaki ve cepteki yangın değil tek sorunumuz.
Bu ülkede artık hukukun üstünlüğünden söz etmek de imkansız hale gelmiştir.

Düşünme ve kendimizi ifade etme özgürlüğümüzün alanı da her geçen gün daraltılmaktadır.

Medyanın yüzde 95'i üzerinde tekel kurmuş olan iktidar, adeta bütün toplumu ahmaklaştırma deneyiminin kobayları durumuna sokmuştur.

Kendisi için mübah olan herşeyi, iktidar,  medyası sayesinde başkasına haram kılmaktadır.
Kendisi aynı nitelikte kişileri milletvekili, MKYK üyesi, belediye başkanı vs yaparken, muhalefet için bu tip kişileri encümen listesinde bulundurmak teröre hizmet sayılmaktadır.

Bu seçimde iktidar bloğuna gösterilen kuvvetli bir ikaz aynı zamanda Kirli Havuz Medyası yoluyla ahmaklaştırılmaya da dur demek olacaktır.


LEVENT BAŞTÜRK
SAADET PARTİSİ ESKİŞEHİR BBB ADAYI

Sunday, February 03, 2019

S.P. ESKİŞEHİR B.B.B. Adayı LEVENT BAŞTÜRK'ün 3 Şubat 2019 Tarihli Basın Açıklaması: AK PARTİ 1994 RUHUNU GASPEDEMEYECEKTİR!


AK PARTİ 1994 RUHUNU GASPEDEMEYECEKTİR! 




Değerli Basın Mensupları, hoşgeldiniz. Hepinizi en samimi duygularımla selamlıyorum. Hepinize yakın bir gelecekte, basının üzerindeki kısıtlamaların kalktığı özgür bir Türkiye’de mesleğinizi icra etmenizi temenni ediyorum.

2002’den bugüne Türkiye’yi yönetmekte olan AK Parti hükümetleri defalarca birbirine zıt düşen davranışlarda ve söylemlerde bulunmuştur. Özellikle son 4-5 yıl içinde bu birbirine zıt davranışları ve söylemleri aynı gün içinde bile gözlemlemek mümkün olmaktadır. Örneğin, 23 Ocak 2019 günü, bu günlerden biridir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Rusya ziyaretindedir. O gün Türkiye hükümeti, Venezuela Devlet Başkanı’na “Kardeşim Maduro, dik dur eğilme, ABD’ye karşı Türkiye seninle” mesajını göndermiştir. FAKAT aynı gün Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı olan şahsın Al-Jazeera English websitesinde “Suriye’de ABD çıkarlarını yalnızca Türkiye koruyabilir” başlığıyla bir yazısı da yayınlanmıştır. Bir başka deyişle, Türkiye, ABD’nin rakibi Rusya’yla resmi görüşmelerde bulunduğu bir günde, hem Rusya’yla birlikte ABD’ye karşı Venezuela lideri Maduro’nun safında yer almış, hem de Suriye’de Rusya’ya karşı nüfuz alanı tesis etme derdinde olan ABD’ye “senin bölgedeki çıkarlarının en sahici koruyucusu benim” mesajını gönderebilmiştir.

Benzer bir çelişkili durum AK Parti’nin 31 Ocak günü açıklamış olduğu 11 maddelik yerel seçim manifestosunda da kendisini göstermektedir. Düzenlenen törende Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıkladığı seçim vaatlerinin 2014 yerel seçim vaatleriyle benzerlik gösterdiği dikkatleri çekmiştir. “İmarda düzen, yatay mimari, üretim, şeffaflık” vaatlerini bu yıl da tekrarlanmıştır. Bir başka deyişle, iktidar partisi bir kez daha “değişmeyen ama uygulanamayan seçim vaatleri”nde bulunmuştur. AK Parti’nin bu durumu bizi ister istemez şöyle bir tanımı yapmaya teşvik etmektedir:

16 yıldır iktidarda olup da hiç iktidara gelmemiş bir muhalefet partisi gibi davranan ve 16 yıllık icraatlarının tam tersini yapacağını iddia eden siyasi partiye AK Parti denir.

AK Parti’nin ve adaylarının iktidarda değilmiş gibi vaatlerde bulunması ve ilaveten "1994 Ruhu"na dönüş çağrısı da yapması, adeta yaramazlık yapan ilkokul öğrencisinin "ben yapmadım öğretmenim" mazeretini andırmaktadır! AK Parti’nin seçim vaatlerine bakınca insan ister istemez sanki vaatleri yapanın iktidar partisi değil de, onu devirmek için ortaya çıkmış alternatif bir siyasi oluşum olduğu hissine kapılmaktadır.

AK Parti ileri gelenlerinin sanki kendileri iktidarda değilmiş gibi yaptıkları eleştiriler ve vaatler “muhalefetten rol çalma” görüntüsü vermektedir.  Malumunuz, bir zamanların tek parti rejiminde "bu memlekete komünizm gelecekse onu da biz getiririz" denmişti.

Bugün de 2. Milli Şef rejimi olarak adlandırabileceğimiz mevcut konjonktürde iktidar partisi "bu memlekette muhalafet yapılacaksa onu da biz yaparız" demektedir!

İktidarın tutarsız ve çelişkili söylem ve icraatlarında zirve noktasını da, açıklanan 11 maddelik manifestonun yanısıra “1994 ruhu” ve “1994 belediyecilik anlayışı”na vurgu yapılması oluşturmuştur. Açıktır ki1994 belediyecilik anlayışından söz ederken Erdoğan’ın referansı, Milli Görüş belediyeciliğinin mühür vurduğu “94 yerel seçimleri”ydi. 1994 yılındaki yerel seçimlerde Milli Görüş’ün temsilcisi olarak Refah Partisi kent belediyelerinin çoğunluğunu kazanmıştı.

 İlginç bir şekilde Erdoğan törendeki konuşmasında partisinin “17 yıllık tek başına yerel ve geneldeki iktidar” dönemlerini adeta eleştirmiş ve hiçbir başarılı hizmete vurgu yapmamıştı. Erdoğan’ın “1994 belediyecilik başarısını” sahiplenme çabası bir bakıma partisinin 17 yıllık başarısızlığını kabul etme anlamına geliyordu. Ayrıca Erdoğan, Milli Görüş’ün başarısını da gayri ihtiyari tasdik etmiş oluyordu.

Ancak iktidar medyasında gözümüze çarpan "1994 Ruhu'yla yeni ufuklara" sloganı yeni bir şehir efsanesi inşa etme çabası olma niteliğini de taşıyor. Bunu en bariz olarak faiz olgusuna bakarak gözlemleyebilmekteyiz. Ekonomideki olumsuz dalgalanmalara rağmen AK Parti döneminde bankalar kazanmaya devam ediyor: 2018'de bankaların faiz gelirleri yüzde 29 artarak 146,2 milyar TL'ye çıktı!

Herşeyleri gibi AK Parti’nin faiz karşıtlığı da sadece semboller üzerinden duygu siyaseti yapmaktan ibaret kalıyor. Güya Gezi Olaylarının müsebbibi "faiz lobisi"ydi. Lakin o zamandan bu zamana, AK Parti döneminde bankacılık her yıl en kazançlı çıkan sektör olma konumunu korumakta devam etmekte!

Milli Görüş çizgisinin son partisi olan Saadet Partisi’nin lideri Temel Karamollaoğlu'nun da belirttiği gibi, "ruh çağırmakla gelmez". Bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın etrafındaki siyasi ekibe ve danışman kadrolarına baktığımızda, pek çok ismin Milli Görüşçülükle ve de 1994 ruhuyla uzaktan yakından alakalı olmadıklarını görebilmekteyiz.  Ayrıca neredeyse resmi gazete görünümündeki iktidara yakın medyanın söylemine ve habercilik anlayışına bakınca da, bunların 1994 Ruhu’yla en ufak bir irtibatını görebilmemiz mümkün değil.  Ve şunu açıkça söyleyebiliriz ki 1994 Ruhu'nun karşısında olduğu her şey bugün AK Parti iktidarının bünyesinde vardır
 
1994 Ruhu ifadesini Milli Görüşçü belediyelerde asılan “Rüşvet alan da, veren de mel’undur” yazılı levhalarda bulmuştu. 2004’ten sonra yerel yönetimlerde yer alan zihniyet, “çalıyor, ama çalışıyor” veya “rüşvet alan da veren de memnundur” şeklinde ifade edilir olmuştur. Ayrıca 2002’de “Milli Görüş gömleğini çıkardığını” söylemiş olan Erdoğan kendisine Muhafazakar Demokrat gömleğini seçerek bir yerde 1994 Ruhu’nu da geride bıraktığını ilan etmiştir. 1994’de Erdoğan’ın belediye başkanı seçildiği İstanbul dahil, Türkiye’nin pek çok şehrinde seçimleri kazanan Refah Partisi olmuştur. 2001 yılına kadar AK Parti’nin herhangi bir tüzel kişiliği bile mevcut değildir.

Hal buyken bugün Erdoğan’ın 1994 Ruhu üzerinde tekel kurma çabası içinde olduğu görülmektedir. Ak Parti medyasında “AK Parti’nin ilk kez belediyelerde ağırlığını hissettirdiği 1994 seçimleri” veya “Erdoğan’ın 1994 yılındaki belediyecilik anlayışı” gibi ifadelerin kullanıldığını görmekteyiz. Oysa o tarihte ne AK Parti vardır ne de bir siyasi lider olarak Erdoğan! Ancak bugünün iktidar partisi otoriter muktedir narsizmi diyebileceğimiz bir tavır içinde 1994 Ruhu üzerinde tekelci bir hak iddia edebilmektetir!


Bu tekelci tavır günümüzde yaşadığımız İkinci Milli Şef Dönemi’nin bir tezahürüdür.
Ülkemizde genel ve yerel seçimlerin düzenleniyor olması kimseyi yanıltmamalıdır. İçinde bulunduğumuz konjonktürde seçimler ve parti çokluğu Tek Partili İkinci Milli Şef (Reis) Yönetiminin kamuflajı olmaktan öte gidememektedirSeçimlerin düzenlendiği ve birden fazla partinin varlığını sürdürdüğü, ama otoriter vasfı şüphe götürmez rejimler de vardır. Siyaset Biliminde bu tip rejimler seçimli otokrasi, yarışmacı otoriterlik veya plebisiter otoriterlik  gibi isimlerle adlandırılmaktadır. Bugün ülkemizde varolan böyle bir rejim türüdür. Maalesef bugün ülkemizde bir hukuk devletinin varlığından ve hukukun üstünlüğünden sözetmek imkansız hale gelmiştir.

Adalet yoksunluğu ve zulüm için mazeret üretilemez. Beka, hukuksuzluğun ve kutuplaştırıcı bir siyasi dil kullanmanın gerekçesi olamaz. Beka gerekçesiyle zulmü meşrulaştırmaya çalışırsanız beka ve milli güvenlik sorununun ortaya çıkması için temelleri atmış olursunuz.

Tarih ve tarihi şahsiyetler üzerinden hamaset inşasının ve istismar çabasının son günlerde merhum Necmettin Erbakan’ı da tekeline alma gayreti içinde olduğu görülmektedir. Ancak Erbakan’ın tarihten alınması gereken dersler olarak saydığı hususlardan fersah fersah uzak olanlar, merhumun ismini maalesef taciz etmekten öte gidememektedirler. Nedir Erbakan’ın tarihten alınması gereken dersler olarak üzerinde durduğu hususlar?

--- Materyalizm değil, maneviyatçılık esas alınmalıdır,
--- Çatışma değil, diyalog esas alınmalıdır,
--- Çifte standart değil, adalet esas alınmalıdır,
--- Üstünlük değil, eşitlik esas alınmalıdır,
--- Sömürü değil, işbirliği esas alınmalıdır.

Dolayısıyla, Erbakan’ın talebesi görüntüsünü vermekten hoşlansalar da, günümüzün muktedir/ler/inin asıl ilham kaynağı Makyavelizm ve “dün dündür, bugün de bugün” sözünde ifadesini bulan ilkesiz pragmatizmdir.  

 



                         LEVENT BAŞTÜRK
                        Saadet Partisi ESKİŞEHİR
                        B.B.B. Adayı

Thursday, January 31, 2019

“CeHaPe ZİHNİYETİ” BAHANE, İKİNCİ MİLLİ ŞEFLİK ŞAHANE!


“CeHaPe ZİHNİYETİ” BAHANE, İKİNCİ MİLLİ ŞEFLİK ŞAHANE!



İktidar partisinin 24 Haziran Genel Seçimleri kampanyasından bu zamana kadar giderek artan dozda “CeHaPe zihniyeti” sözünü bol bol duyar olduk. Sadece duymakla kalmıyoruz, onunla korkutuluyoruz.

Peki, nedir bu CeHaPe zihniyeti?

Bundan kasıt 1923-1946 yılları arasında ülkeyi idare etmiş CHP hükümetleri, bu hükümetlerin projeleri ve icraatları ve bütün Cumhuriyet tarihi boyunca CHP iktidarda olmasa bile ülkede rejimin siyasi meşruluk sınırlarını çizen resmi ideoloji Kemalizm’dir. CHP 1950’den sonra bir daha tek başına iktidara gelememiştir.  CHP ve onunla aynı zeminde örtüşen partiler (SHP ve DSP gibi) 1950 sonrası dönemde ancak koalisyon hükümetleri olarak iktidarda yer almışlardır. Ancak Türkiye’de askeri darbe veya müdahale dönemlerinde Kemalizm (veya Atatürkçülük) darbelerin meşrulaştırıcı fikri çerçevesini oluşturmuştur.

“CeHaPe zihniyeti”, kıtlık ve yokluk gibi durumlara da bir referanstır. İkinci Dünya Savaşı yıllarında temel tüketim mallarının karneye bağlanmış olması Türkiye toplumunun toplumsal hafızasında kazınmaz bir şekilde yer etmiştir. Ayrıca 1978-1979 yıllarında Başbakan Bülent Ecevit önderliğindeki CHP’nin ana gövdesini oluşturduğu koalisyon hükümeti döneminde ampül, pirinç, yemeklik yağ, tüp ve gaz gibi bazı temel tüketim maddelerinin kıtlığı çekilmiştir. “CeHaPe zihniyeti”ne referans yapılırken kıtlığı çekilen ürünlerin karaborsa dışında temin edilmesi esnasında yaşanmış uzun kuyruklara da bir vurgu vardır.

Ancak “CeHaPe zihniyeti” derken asıl ve en mühim vurgu toplumsal ve siyasal baskılarıyla zihinlerde yer etmiş Tek Parti Yönetiminin otoriter vasfıdır. Bu dönemde Devlet’le CHP özdeşleşmiştir, yani içiçe girmiştir. Ancak “CeHaPe zihniyeti” ifadesini bir korkutma taktiği olarak diline dolamış olan Ak Parti lideri ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bu döneme referansı İsmet İnönü’yle sınırlıdır. Oysa 1923-1938 yılları arasındaki Tek Parti Yönetiminin lideri Mustafa Kemal Atatürk’dü. Erdoğan pragmatik bir biçimde kendi siyasi söyleminde bir meşrulaştırma vasıtası olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’ü araçsallaştırmayı tercih etmiştir. Atatürk hariç tutulunca, ister istemez sadece İsmet İnönü’yü şeytanlaştırma üzerinden yeni bir baskıcı Tek Partili Yönetim tasviri yapılmıştır. Bu tasvir zaman içinde bir hınç ve kin nesnesi olarak bir simgesel nitelik de kazanmıştır.

Kısaca, “CeHaPe zihniyeti” derken kasıt büyük ölçüde Devlet’le Parti’nin özdeşleşmiş olduğu bir baskıcı rejime referansta bulunulmaktadır.

Bağımsızlık mücadelesinde Cezayirli direnişçiler safında Fransızlara karşı savaşmış Martinikli düşünür ve psikiyatrist Frantz Fanon parti-devlet bütünleşmesinin sonuçlarını şöyle izah eder: “Eğer bir parti iktidarla özdeşleşirse kendi batıl amaçlarına ulaşmanın, yönetimde bir iş elde etmenin ve terfi etmenin, rütbe kazanmanın ve bir kariyer sahibi olmanın en kısa yolu olur.”

Kısaca, Fanon’a göre parti-devlet özdeşleşmesi liyakatın olmadığı ve kayırmacılığın hakim olduğu bir yönetim anlayışını icraata koymaktadır. Fanon’un ortaya koyduğu açıdan bakınca, işin gerçeği, bugün ülkemizdeki iktidar bizzat şeytanlaştırdığı bir yönetim anlayışını icraata dökmüş bir siyasi aktör olarak karşımıza çıkmaktadır.

Tek partili dönemde ülkemizde yönetim veya hükümet kendini “Milli Şef” sembolüyle ifade etmiştir. Elitler ve müesses nizamdan menfaat temin edenler Milli Şef etrafında kenetlenmiştir. Bugün korkutulduğumuz budur.

Ancak anlamak istemediğimiz de şudur: Bugün ülkemizde yönetim veya hükümet kendini “Reis” sembolüyle ifade etmektedir. Elitler ve müesses nizamdan çıkar sağlayanlar Reis etrafında kenetlenmiş vaziyettedirler.

Aslında günümüzde yaşadığımız bir İkinci Milli Şef Dönemidir.

Ülkemizde genel ve yerel seçimlerin düzenleniyor olması kimseyi yanıltmamalıdır. İçinde bulunduğumuz konjonktürde seçimler ve parti çokluğu Tek Partili İkinci Milli Şef (Reis) Yönetiminin kamuflajı olmaktan öte gidememektedir. Fanon’un iktidar-parti özdeşleşmesi konusunda ifade ettiği gerçekler bugün de hayatımızın bir parçasıdır.

Seçim demokratik bir rejimin bir gerekli şartıdır; fakat yeterli şartı değildir. Seçimlerin düzenlendiği ve birden fazla partinin varlığını sürdürdüğü, ama otoriter vasfı şüphe götürmez rejimler için geliştirilmiş ve ülkemiz için de geçerli olan çeşitli kavramlar vardır: Seçimli otokrasi, rekabetçi otoriterlik, melez rejim ve plebisiter otoriterlik  vs.

Yaşadığımız otoriter rejim gerçekliğini örtmek için bize sunulan bir diğer gerekçe de “dini alandaki kazanımlarımız”dır. Ancak yine Fanon’un belirttiği gibi, sömürü düzenlerinde dini müesseseler/yapılar bizleri Tanrı’nın yoluna değil, efendinin/ezenin/muktedirin yoluna çağırır. Günümüzde bunu Cuma hutbelerinde bol bol hissediyoruz.

İçinde bulunduğumuz 2. Milli Şef Dönemi’nin bir diğer mühim özelliği de şatafatlı saray hayatıdır.
Saray bir itibar unsuru olarak sunulur. Ve israf, itibarla meşrulaştırılır. Bir tane yetmez, irili ufaklı ikincisi yapılır, üçüncüsü de planlanır. Timsah henüz canlıyken soyulan derisinden imal edilen 30 bin dolarlık çantada itibar denilen şeyin aslında bir yozlaşma olduğu ortaya konulur. Halkın en temel ihtiyacı olan et, süt ve yumurtadan bile yüzde 8 vergi alan bu zihniyet topladığı vergileri harcayarak kilosu 4 bin lira olan çay içer, resepsiyonlarında normal vatandaşın görmediği, hatta adını bile duymadığı ejder meyveli smoothie servis eder.

İbn Haldun’dan yola çıkarak ifade edecek olursak, bu durum devleti yıpratıp bir eski giysi haline getiren ve sonunda büsbütün yıkıp yok eden varlıklı, parlak bir hayattırLakin İbn Haldun’un adına üniversite açan muktedir/ler/imiz için özelde İbn Haldun, genelde tarih ve tarihi şahsiyetler sadece ve sadece birer istismar nesneleridirler. Tarihi bir ders vesilesi olarak görmek gibi bir eğilimleri yoktur.

Ibn Haldun şöyle der: “Devlet basiretli hareket eder, tedbirli davranır, haksızlık etmez ve doğru yoldan sapmazsa pazarında som altın ve saf gümüş revaç bulur. Ama kinle hareket eder, kötü amaçlar peşinde koşar ve zulüm ve batılın komisyonculuğuna yönelirse o durumda pazarında kötü şeyler revaç bulur. Araştırıp doğruyu bulmadaki ölçü, eleştirel ve basiretli olmaktır.”

Muktedir/ler/imizin adına üniversite açtığı Ibn Haldun adaletin öneminden söz ediyor, haksızlık etmeyin diyor, kin gütmeyin ve zulmetmeyin diyor... Fakat Muktedir/ler/imiz hepsini yapıyor!

İmam Ebu Yusuf’a göre “bina adalet üzerine  ve doğruluk harcından mahrum temeller üzerine kurulduğu vakit Allah o binanın temellerini bozar, yapanların ve yapılmasına yardım edenlerin üzerine yıkar”.

Adalet yoksunluğu ve zulüm için mazeret üretilemez. Beka, adaletin ortadan kaldırılmasının gerekçesi olamaz. Beka gerekçesiyle zulmü meşrulaştırmaya çalışırsanız beka sorununun ortaya çıkması için temelleri atmış olursunuz.

Tarih ve tarihi şahsiyetler üzerinden hamaset inşası ve istismar çabasının son günlerde merhum Necmettin Erbakan’ı da tekeline alma gayreti içinde olduğu görülmektedir. Ancak Erbakan’ın tarihten alınması gereken dersler olarak saydığı hususlardan fersah fersah uzak olanlar, merhumun ismini maalesef taciz etmekten öte gidememektedirler. Nedir Erbakan’ın tarihten alınması gereken dersler olarak üzerinde durduğu hususlar?

--- Materyalizm değil, maneviyatçılık esas alınmalıdır,
--- Çatışma değil, diyalog esas alınmalıdır,
--- Çifte standart değil, adalet esas alınmalıdır,
--- Üstünlük değil, eşitlik esas alınmalıdır,
--- Sömürü değil, işbirliği esas alınmalıdır.

Kolayca takdir edileceği gibi, günümüzün muktedir/ler/i Erbakan’ın talebesi görüntüsünü vermekten hoşlansalar da, asıl derslerini, önce lanetler gibi göründükleri, ama aslında öykündükleri tek parti liderliğinden, sonra da “dün dündür, bugün de bugün” sözlerini tarihe paslı çiviyle çakmış Süleyman Demirel’den almışlar ve hatta sofistikasyon bakımından onları bile fersah fersah geride bırakmışlardır.

Wednesday, September 18, 2013

American Foreign Policy Course Syllabus

OSMANGAZİ ÜNİVERSİTESİ
İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü
American Foreign Policy
Course Syllabus
Instructor: Levent Baştürk leventbasturk@yahoo.com

1  Introduction
A)  : The rise of Modern World System: The genesis of modernity’s 500 years
Gregory Helms, Straight Power Concepts in the Middle East: US Foreign Policy, Israel, and World History,  pp.  1-21.

B)The Rise of the U.S. as a World Power
Meldan Tanrısal, “Kolomb’dan Wovoka’ya Kızılderililer,” Doğu-Batı, Yıl: 8; Sayı: 32, 2005, pp. 11-33.

Gregory Helms, Straight Power Concepts in the Middle East: US Foreign Policy, Israel, and World History, pp. 22-47.

I. Hossein & M. M. Saleh, American Foreign Policy & the Muslim World         (E. A. Abdel Salam, Major Issues in American Foreign Policy: A Historiographical Analysis), pp. 195-215

C. Akça Ataç, “Bağımsızlık savaşçılığından  Dünya hükümdarlığına: Amerikan İmparatorluk Anlayışının tarihsel gelişimi,” Doğu-Batı, Yıl: 10; Sayı: 42, 2007, pp. 111-126.

2- Theoretical Approaches and American Exceptionalism
C. Cox & D. Stokes,Theories  US Foreign Policy, (B. Schmidt, Theories of  US foreign policy & D. Deudney – J. Meisser, American Exceptionalism), pp. 7-42.

3- The Domestic Context: Foreign Policy Politics and the
Process of Choice
Bruce W Jentleson, American foreign policy: The dynamics of choice in the 21st century,  pp. 27-71, 2nd Chapter.

4- Historical Context
A) The Rise of the USA as a World Power
C. Cox & D. Stokes, US Foreign Policy, (W. LaFeber, The US rise to world power, 1776-1945), pp. 45-62.

B) US During the Cold War
C. Cox & D. Stokes, US Foreign Policy, (Richard Saull, American Foreign Policy during the Cold War) pp. 63-87.

C) Post-Cold War Era
C. Cox & D. Stokes, US Foreign Policy (John Dumbrell, America in the 1990s: searching for the purpose), pp. 88-104.

Bruce W Jentleson, American foreign policy: The dynamics of choice in the 21st century,  pp. 342-404, 7th Chapter (Post–Cold War Geopolitics: Major Powers and Regions).

D) American Foreign Policy after 9/11
Zühtü Arslan, “11 Eylül’ün “Öteki” yüzü: Leviathan’ın dönüşü,” Doğu-Batı, Yıl: 5; Sayı: 20-II, 2002, pp. 81-88.

E. Fuat Keyman, “Globalleşme, Oryantalizm ve Öteki sorunu: 11 Eylül sonrası dünya ve Adalet,”  Doğu-Batı, Yıl: 5; Sayı: 20-II, 2002, pp. 11-32.
Samuel Huntington, “Medeniyetler Çatışması mı?”, Doğu-Batı, Yıl: 10; Sayı: 41, 2007, pp. 83-106.

Edward Said, “Cehaletin Çatışması,” Doğu-Batı, Yıl: 10; Sayı: 41, 2007, pp. 109-114.
Bayram Soy, “Birinci Dünya Savaşı’ından İkinci Irak Savaşı’na  Ortadoğu: Medeniyetler Çatışması mı, Çıkar Mücadelesi mi?” ,” Doğu-Batı, Yıl: 10; Sayı: 41, 2007, pp. 117-145.

C. Cox & D. Stokes, US Foreign Policy (C. Kennedy-Pipe, American Foreign Policy after 9/11), pp. 401-419).

5- American foreign policy in the Middle East
Burcu Bostanoğlu, “Amerika ve Osmanlı’nın Akdeniz’de başlayan seyir defteri,”  Doğu-Batı, Yıl: 10; Sayı: 42, 2007, pp. 213-225.

Nasuh Uslu, “ABD’nin temel tehdit kaynağını kurutma ve Hegemonya kurma adına Ortadoğu’ya yönelmesi,” Doğu-Batı, Yıl: 10; Sayı: 42, 2007, pp.127-153.
Bruce W Jentleson, American foreign policy: The dynamics of choice in the 21st century,  pp. 405-479, Chapter 8, (The Middle East: A special focus).

İ. Hossein & M. M. Saleh, American Foreign Policy & the Muslim World (Daud A. Abdullah, America’s Palestinian Policy: An Outsider’s Perspective), pp. 269-291.

Cenap Çakmak, “Arap Baharı Sürecinde ABD’nin Dış Politikası”, in Arap Baharı, Ortadoğu’da Demokrasi Arayışı ve Türkiye modeli,   pp.77-109.

6- Key Issues
A)  Globalization,  global economy and trade, and environment
Bruce W Jentleson, American foreign policy: The dynamics of choice in the 21st century,  pp. 528-551 & 568-579, Chapter 8, (The Middle East: A special focus).

B)   Global Economy
İ. Hossein & M. M. Saleh, American Foreign Policy & the Muslim World (H. H. Khondker, The New-Old  Empire: The political economy of US foreign policy), pp. 218-243.

C. Cox & D. Stokes, US Foreign Policy (Peter Gowan, Global economy), pp. 335-356.
C) Global Terrorism
C. Cox & D. Stokes, US Foreign Policy (Paul Rogers, Global Terrorism), pp. 357-373).

D) “Humanitarian” Intervention
Bruce W Jentleson, American foreign policy: The dynamics of choice in the 21st century,  pp. 480-527.

E) Energy
Ahmet Öztürk, “Enerji Sorunu ve Amerikan dış politikası”, içinde, C. Çakmak, C. Dinç, A. Öztürk, Yakın Dönem Amerikan Dış Politikası; Teori ve Pratik,  pp. 433-460.

7- Conclusion
Füsun Türkmen, “ABD’nin dış politikası: Devamlılık ve değişimDoğu-Batı, Yıl: 8; Sayı: 32, 2005, pp. 157-180.

C. Cox & D. Stokes, US Foreign Policy (Anatol Lieven, The future of US foreign policy), pp. 433-450.

-Not politikası ve diğer hususlar:

Pop-quiz:  % 15
Ödev:        % 25
Arasınav: % 30
Final:       % 30

- Öğrenciyi  genel durumuna göre değerlendirmek eğilimindeyim.  Bir başka deyişle, yukarıda gördüğünüz tablo dışındaki faktörler de nihai notun belirlenmesinde etkili olacaktır. Derslere hazır gelme ve derste katılımda bulunma, bu açıdan öğrenci için önemlidir.

- Pop-quiz, zamanı önceden belirtilmeden yapılan ani sınavlara verilen isimdir. Dönem içinde en az dört tane pop-quiz yapmayı düşünüyorum. Sayı bundan fazla da olabilir. Bu tip sınavlardan amaç, öğrencinin derse hazır gelmesini ve derste bulunduğu süre zarfında derse konsantre olmaya yöneltmektir.

- Ödev, Amerikan dış politikası hakkında yazılmış bir kitabın okunarak değerlendirilmesinin yapılmasından ibaret olacaktır. Seçilen kitabın hacmine göre, bir kitabın sadece bir kısmının da ödev konusu olarak belirlenmesine de izin verilebileceltir. Bu hususta, ödeve başlamadan önce bana danışılması gerekmektedir. Ödevlerin başka yerlerden (ç)alıntı olması durumunda veya yapıştır-kopyalama usülüyle ödev hazırlandığında, karşılığı olan not “0” (sıfır) olacaktır. Bunu anlamak o kadar zor değil ve kesinlikle teşebbüs etmemenizi rica ederim. Kurulan cümleden tutun da, çoğu zaman tavsiye edilen dışındaki kaynaktaki yanlışlara kadar pek çok şey bunu ele vermektedir. Ayrıca, bunu anlamak için geliştirilen programlar var.

- Öğrenci çokluğu nedeniyle, daha önce yaptığım gibi, ödev-sınav yöntemini uygulamam söz konusu olmayaca AZXktır. Sınavlar üç bölümden oluşacaktır: İlk iki bölümde sorular İngilizce olacaktır. Bu bölümlerden birincisi, çoktan seçmeli, diğeri ise boşluk doldurma şeklinde olacaktır. Üçüncü bölüm ise Türkçe olacaktır. Bu bölümde öğrenci 2 veya 3 yorum sorusuna muhatap olacaktır.

- Derslere hazırlıklı gelmek ve derse katılımda bulunmak benim için çok önemlidir. Derse hazır gelen, sorulan sorulara cevap veren, sorular soran ve gerektiğinde görüşünü paylaşan öğrencilerin değerlendirilmesi sadece yazılı kağıdı veya ödevle sınırlı kalmayacaktır.

- Derse devam mecburiyeti yoktur. Yoklama alacağım; ama devam mecburiyeti ile bunun hiç bir ilgisi yok. Öğrenciyi devama zorlayarak derse ilgisiz öğrenciyi sınıfa çivilemeyi  ve sonra onu derste dikkat dağıtıcı fiillerde bulunmaya  davet edici tavrı faydalı bulmuyorum. Ancak hiç bir zorlama olmadan düzenli olarak derse devam eden, derse iştirak eden, not tutan ve imtihanlarda ders notlarından da istifade ederek cevap veren öğrenciyi değerlendirmemle diğer öğrencileri değerlendirmem aynı olmayacaktır.

-Üniversiteler katı disiplin ortamı değillerdir. Lakin, öte yandan, suistimal ve kuralsızlık ortamı da değillerdir. Benim açımdan gerek dersin başında gerekse teneffüslerde derse dönüşte zaman kuralına riayet önem taşımaktadır. İdeal olan öğrencinin, derse başladığı an girmesidir.  Bazı durumlarda, anlaşılır bir nedenle geç kalma mazur görülmelidir. Ancak  bunun da makul olan bir sınırı vardır. Bu sebeple, ders başladıktan sonra eğer 15 dakikadan fazla derse geç kalmışsanız, lütfen derse girmeyiniz ve teneffüsü bekleyiniz.  Teneffüslerde ise, 15 dakika ara demişsek, bu 15 dakikadır; 20 olmaz, yarım saat hiç olmaz. Bu konuda öğrencilerden, anlayış bekliyorum.

- Derslere dışarıdan gelen biri olarak hergün okulda bulunmam söz konusu değildir. Ancak bana ulaşmak isteyen öğrenciler, e-mail veya Facebook mesajı üzerinden ulaşabilirler. Ayrıca, belli bir günün belli bir saatini ofis saati olarak ayarlamayı düşünüyorum.  Bana bu ofis saatleri dahilinde de ulaşabilirsiniz. Bir aksilik olmadıkça, öğrencilerin maillerine hemen cevap vermeye çalışırım. Bir sorun olduğunda da, genellilke öğrenciye yardım için elimden geleni yaparım.




Wednesday, July 04, 2012



1- İstanbul’un fethinin Siyasi Tarih açısından önemi ve dünya siyaseti üzerindeki etkisi nedir? Oral Sander’in kitabının 64. Sayfasında bu hususta söylediklerine aynen katılıyor musunuz? Eğer katılıyorsaniz, nedenini açıklar mısınız? Katilmiyorsaniz eksik bulduğunuz hususların neler olduğunu izah eder mısınız?

2- Osmanlı Devletinin farklı inançların birarada yaşamasını temin etme yolunun bir vasıtası olarak uygulamakta olduğu “milletler sistemi” nı anlatır mısınız? Bu bağlamda Sloven felsefeci  Slavoj  Zizek’in Osmanlı uygulamasından yola çıkarak ifade ettiği görüşlerine katılıyor musunuz? Neden? Zizek’in fikirleri için bkz: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1064971&CategoryID=82  ve http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1065048&CategoryID=81

3- Oral Sander’in kitabının “Atatürk’ün ulusçuluk anlayışı’ kısmında (s. 415-417) yaptığı açıklamalarında katıldığınız ve katılmadığınız hususları nedenleriyle birlikte açıklar mısınız?

4- “1492” yılı Siyasi Tarih açısından neden çok önemli bir yıldır?

5- Etnosentrizm ile ırkçılık arasında bir bağ var mıdır? Varsa etnosentrik bir bakış olan Avrupa-merkezli bakış acısını ırkçı bir bakış açısı olarak değerlendirebilir miyiz? Avrupa-merkezli bir bakışla Avrupa dışı toplumlara ve bu toplumların tarihlerine yaklaşmanın sakıncaları nelerdir?

6- Endülüs İslam tecrübesinin Batı’ya etkileri nelerdir? Batı’nın Endülüs’ten öğrendikleri ve oğrenemedikleri nelerdir? Bu durum Batı merkezli modern dönemi olumlu ve olumsuz olarak nasıl etkilemiştir?

7- Birinci Dünya Savaşı öncesi çok kutuplu uluslararası ortam ile bugünlerde çok kutupluluğa evrilen uluslararası ortam arasındaki benzerlikler  ve farklılıklar nelerdir? Bugünlerde gelecek bir dünya savaşının tohumlarının atldigini iddia etmek mümkün müdür?

8- Immanuel Wallerstein’in Dünya Sistemi Teorisini kısaca izah eder misiniz? Bu teoriye göre günümüz Türk dış politikasına nasıl bir yaklaşımda bulunmak mümkün olabilir?

9- Oral Sander’in Siyasi Tarih kitabının 1. cildinde şöyle bir cümle var: “Osmanlıların bir başka üstünlüğü, daha önceki Müslüman Arap fetihlerinin yaratmış olduğu imajın aksine, düşmanlarına dinsel bağnazlıktan uzak bir şekilde bakmalarıdır” (s.60). “Objektif” kıstasları kullanarak yapılacak bir Siyasi Tarih analizine göre, Oral Sander’in bu cümlesine hak vermek mümkün mü? Neden?

10- 19. Yüzyıl’da Afrika’nın sömürgeleştirilmesi sürecinde Belçika Kongosu’nda neler oldu?

11- Oral Sander’in Siyasi Tarih kitabının 1. Cildinin “Bati Egemenliği Dönemi”ni incelediği kısımda bu egemenliği temin eden unsurlar arasında sömürgeciliğe önemli faktörlerden biri olarak özel bir önem atfetmemesi sizce bir eksiklik mi değil mi? Neden?

12- Kırım Savaşı ile Islahat Fermanı arasındaki ilişki nedir? Islahat Fermanı’nın Siyasi Tarih ve Türk siyasi hayatı açından önemi nedir?

13- Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Arap topraklarını kaybetmiş olmasında Arap milliyetçiliği hareketinin önemli bir rolü olmuş mudur?

14- Kırım Savaşı dünya siyaseti açısından neden çok önemlidir?

15- Çin ile İngiltere arasındaki Afyon Savaşlarının nedenini ve önemini izah eder misiniz?

16- İran’daki 1990 Tütün İsyanının  nedenini  ve önemini izah eder misiniz?

17- Bismarck’ın Alman milli birligininin sağlanması ve Siyasi Tarih açısından önemi nedir?

18- Napolyon Fransası’nın Dünya siyaseti üzerindeki etkisi ve Siyasi Tarih açısından önemi nedir?

19- Rusya’daki Bolşevik Devrimi (1917)’ne yol açan toplumsal, ekonomik ve siyasi sartlar nelerdir?

20- Rusya’daki Bolşevik Devrimi’nin Siyasi Tarih açısından kısa ve uzun dönemli tesirleri neler olmuştur?

21- Mısır’daki Kavalalı Mehmet Ali isyanının a) siyasi tarih açısından önemi nedir?;  b) bastırılmasının siyasi 
tarih açısından ne gibi sonuçları olmuştur?; c) bastırılması başarısız olsaydı, neler olabilirdi?

22- Osmanlı İmparatorluğunu parçalayan gizli anlaşmalar nelerdir? Sizce günümüze kadar olan etkileri açısından bu anlaşmalar içinde en önemli olan(lar)ı hangisi/hangileridir?

23-Birinci Dünya Savaşına giden yolda, çok kutuplu uluslararası sistemde büyük güçlerin arasındaki rekabette Afrika çok önemli bir konumdadır. Bugün yine çok kutupluluğa doğru yönelmiş bir dünya ile karşı karşıyayız ve tekrar Afrika üzerinde bir rekabetin yoğunlaştığını gözlüyoruz.  Sizce Afrika üzerinde bugünlerde gözlemlediğimiz rekabet yeni bir dünya savaşına gidişin işaretlerinden birisi mi?

24- a) Birinci ve İkinci Dünya Savaşları öncesi, Soğuk Savaş dönemi ve günümüzdeki uluslararası güç dengelerini karşılaştırınız. b) Günümüzün güç dengesi şartlarında Türkiye ve benzeri ülkelerin uluslararası sistemde, iki ve tek kutupluluğun hakim olduğu dönemlere göre  daha fazla hür hareket edebildiklerini iddia edebilir miyiz?

25- ABD’nin kurulması ile neticelenen Amerikan bağımsızlık mücadelesinin “devrim” olarak tanımlanması sizce doğru mudur? Bu bağımsızlık mücadelesinin başarıya ulaşmasının uluslararası siyaset açısından ne gibi önemli sonuçları olmuştur?

26- Fransız Devrimi Fransa’da ve Avrupa’da neyi değiştirdi? Bu devrimin Dünya tarihi açısından önemi nedir?

27- Büyük bir felaket olarak tanımlayabileceğimiz Birinci Dünya Savaşından sonra neden  daha istikrarlı bir dünya düzeni kurulamadı?

28- Avrupa Uyumu nedir? Nasıl ortaya çıkmıştır? Hangi gelişmeler bu uyumun dayandığı temellerin yıkılmasına neden olmuştur? 

Thursday, September 08, 2011

PALMER RAPORU VE İSRAİL’İN KUYRUĞUNA TAKILAN CHP

PALMER RAPORU VE İSRAİL’İN KUYRUĞUNA TAKILAN CHP*

1-       Palmer-Uribe raporu bazılarının iddia ettiği gibi, İsrail’in etkide bulunması ya da Turkiye’nin uluslararası kurumlarla iletişim beceriksizliği yüzünden mi daha çok İsrail’in tezlerini destekler şekilde çıkmıştır? Rapor Türkiye aleyhine hukuki sonuçlar doğurdu mu?

Palmer-Uribe Paneli tarafından hazırlanmış olan raporun belli açılardan İsrail lehine bir rapor olacağı başından Palmer ve Uribe isimleri açıklandığında belliydi. Eski Kolombiya Devlet Başkanı Alvaro Uribe Velez yönetimi esnasında insan hakları ihlalleriyle bilinen bir kişidir. Uribe’nin kirli cikininda, insan hakları savunucularının güvenlik görevlilerince yasadışı gözlemlenmesi ve taciz edilmesi, bir komşu ülkeye (Ekvator) karşı uluslararası hukuk ihlalleri, rüşvet ve her türlü ekonomik ve mali kokuşmuşluk, insanlığa karşı işlenen suçlar ve teröre karşı mücadele adı altında işlenmiş çok sayıda aşırılıklar yer almaktadır. Böyle bir insanın özünde bir insani eylem olan İsrail’in Gazze’ye karşı uyguladığı ablukayı kırma girişimine karşı işlenen suçu soruşturmaya atanması olabilecek en büyük garipliklerden biridir. Uribe zamanına ait keşfedilen sadece bir kitlesel mezarda, yargısız infaz sonucu öldürülmüş yaklaşık 2000 kişinin cesedi bulunmuştur..

Uribe’nin Kolombiya’sı, dünyada İsrail ve Mısır’dan sonra en fazla Amerikan yardımı alan üçüncü ülke olduğu gibi, pek çok Amerikan üssüne de ev sahipliği yapmaktadır. İsrail ve Kolombiya arasında pek çok konuda tam bir fikir ve yaklaşım birliği olduğu gibi, iki haydut devlet arasında üst seviyeden askeri işbirliği de vardır.Son yıllarda, İsrail Kolombiya’ya en fazla silah ve askeri malzeme satan ülke olmuştur. Latin Amerikalılar arasında bu ülke “Latin Amerika’nın İsrail’i” olarak adlandırılmıştır. Ayrıca Uribe çeşitli Siyonist kuruluşların çeşitli ödüllerine layık görülmüş bir isimdir. İsrail’e karşı duyduğu yakınlık herkes tarafından bilinmektedir.

Komisyonun dört üyesinden ikisi zaten Türkiye ve İsrail tarafından atanmıştır. Rapora daha çok damgasını vuracak olan eski Yeni Zelanda Başbakanı Geoffrey Palmer ile Alvaro Uribe’dir ve Uribe’nin pozisyonu başından bellidir. Eğer bir yönlendirme olmuşsa, bu Palmer üzerinde olmuş demektir. Palmer bir uluslararası hukuk uzmanı olarak komisyonun da başındadır. Ancak 2010 yılının Eylül ayında Birleşmiş Milletler İnsan Hakları komisyonunun atamış olduğu veri toplama heyetinin hazırlamış olduğu raporda İsrail’in Mavi Marmara’ya olan saldırısı açıkça yasadışı bir saldırı olarak belirlenmiştir. Lakin Palmer Raporu, BM İnsan Hakları Komisyonunun raporunu hiç gözönüne almamıştır. Üstelik komisyon heyeti, iki ülkenin sağladığı belge ve raporların yanısıra 100 tane tanığın ifadesine basvurmusken, Palmer heyeti sadece her iki ülkenin kendisine sağladıkları ile yetinmiştir.

Turkiye’nin konu üzerine hazırladığı rapor yanısıra pek çok delili de sunmuş olmasına rağmen, İsrail sadece kendi eyleminin hukuka uygun olduğunu savunan bir “bağımsız komisyon” raporunu Panele sunmuş ve delilleri ise kendine saklamıştır. Palmer-Uribe raporu da zaten açıkça ulaştıkları sonuca, yeterince unsurun gözönüne alınmadan ve sadece Türkiye ve İsrail tarafından kendilerine sunulanla yetinilerek varıldığını ve bu yüzden hukuka ve gerçeklere dayalı kesin bir karar olmadığını ve sadece bir görüş olduğunu belirtir.

Öte yandan Palmer-Uribe Paneli'nden önce kurulan BM İnsan Hakları Komisyonu veri toplama heyeti ile Türkiye tam anlamıyla işbirliği yapmışken, İsrail bu heyetle işbirliğini toptan reddetmiştir. Hal buyken, Palmer raporunda, hem hiç bir tanığın dinlenmediği, Panelin kendi değerlendireceği delilleri toplamağı ve sadece iki ülke tarafından sunulan delillerce yetinileceği söylenmesine rağmen, gemidekilerin İsrail askerlerine şiddete başvurduğunun ve bunun İsrail askerlerini kendilerini savunmaya ittiğini söylemesi ise, açıkça tarafgir bir tavır alındığının işaretidir. Bu başka tarafgirlik ise uluslararası konsensüse aykırı şekilde İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ambargo ve ablukayı legal bulunması ve uluslararası sularda Mavi Marmara gemisini durdurmaya çalışmasını savunmasıdır.


Kısaca, Palmer’in şahsi üzerinde yönlendirme ve etkileme çabalarının söz konusu olduğunu iddia etmek mümkün olmakla beraber, Uribe’nin baştan pozisyonunun ne olduğu oldukça açıktır. Bu nedenle Türkiye’nin baştan Panel üyelerinin tarafsızlığı konusunda yeterince titiz davranmadığını söylemek mümkündür. Panel’in vardığı sonuçlara bakınca da, Türkiye’nin iletişimsizliği İsrail’in yonlerdirmesinden de ziyade, baştan bu Panel’in daha çok İsrail’i haklı çıkaran bir ara formül olarak düşünüldüğü bellidir. Sonuçta çıkan metnin hukukiliginden ziyade kullanışlılığı kıstası göze alınmış ve onun üzerinden İsrail lehine bir meşruiyet kurulmak istenmiştir.

2- Kemal Kılıçdaroğlu ve diğer CHP kurmaylarının Palmer Raporu sonrasındaki açıklamalarını nasıl karşılıyorsunuz?

 İsterseniz bunun cevabını, biz “yeni” CHP’nin ABD’de pazarlamasını üstlenmiş Amerika’daki en güçlü İsrail lobisi olan Amerikan İsrail Kamu İlişkileri Komitesi (AIPAC)’nin düşünce kuruluşu olarak faaliyet gösteren Washington Enstitüsü (WINEP)’nde uzman sıfatıyla istihdam edilen Soner Çağaptay’ın 12 Haziran seçimleri öncesinde kaleme aldığı yazılarında izah ettiği düşüncelerinden yola çıkarak arayalım.[1]

CHP’deki değişimi, adeta kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan bir dönüşümmüş gibi Batılı çevrelere izah eden, ama Deniz Baykal’ı başkanlıktan uzaklaştıran kaset skandalına hiç deginmeyen yazılarında, Çağaptay “eski CHP”–“yeni CHP” ve “eski Kemalizm”-“yeni Kemalizm” tasniflerine gider. Çağaptay’a göre “Eski Kemalistlerin” idaresi altındaki gelişimini durdurmuş ve donmuş “eski CHP” Batı karşıtıdır ve katı laikçi-milliyetçi modernleşmeyi demokratikleşme ve halkın iradesine tercih etmektedir. “Yeni Kemalist” anlayışla yola çıkan “yeni CHP” fosilleşmiş bir siyasal yapıyı dinamik bir sosyal demokrat hareket haline dönüştürmeye başlamıştır. Kemal Kılıçdaroğlu’nun öncülüğünde yeni Kemalistler, AK Parti’nin Orta Dogu’daki din temelli ittifak arayışlarına karşı, kuvvetli bir Batı yanlısı tutum takınmışlardır ve AB(D) yanlısı bir tutum içine girmiştir.

Soner Çağaptay’ın gerçekliği yansıtmaktan ziyade, apaçık bir şekilde Yeni CHP’yi 12 Haziran seçimleri öncesinde ABD’nde pazarlama amacını taşıyan yukarıda  aktardığımız fikirleri bize bir proje ile karşı karşıya olduğumuzu gösterdiği gibi, bu projenin hazırlanmasında katkısı olan merkezlerin birisinin de adresini vermektedir. Deniz Baykal yönetimindeki Eski CHP’nin özellikle ABD, AB ve İsrail’le ilişkiler konusunda yukarıdaki tabloya tam olarak oturmadığı bir gerçektir. WİNEP ve benzeri İsrail yanlısı ve neo-kon kuruluşların Turkiye’de 28 Şubat Sureci’nde başrolü oynayan aktörlerle olan işbirliği ve bu süreçe olan katkıları oldukça açık seçik bilinen bir gerçektir. WİNEP o dönemde adeta o dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir’in ikinci adresi olmuştur. Aşırı sağcı ve emperyalist bir dış politika vizyonuna sahip olan bu kuruluşun “solcu, liberal ve sosyal demokrat Yeni CHP’nin pazarlanması işinde rol üstlenmesi oldukça düşündürücüdür. İlişkinin boyutu pazarlamanın da ötesine gitmektedir. WİNEP, bir zamanlar Çevik Bir’e ikinci adres olduğu gibi, şimdi de yeni CHP’nin kurmaylarının endamlarını göstermek için kullandığı bir araç olmuştur.

CHP’nin eski Genel Başkan Danışmanı ve  şimdiki Genel Başkan Yardımcısı emekli Büyükelçi Faruk Logoğlu 22 Kasım 2010 yılında Washington’da Washington Enstitüsü’nce düzenlenen “Türk-Amerikan Ortaklığını Yeniden Üretmek” konulu bir konferanstaki sunumda “Türkiye’nin ruhunu gösteren ve modern Turkiye’yi karakterize eden şeyin Turkiye’nin ABD, İsrail, NATO ve AB ile olan ilişkileri olduğunu” söylemiştir. Ona göre Turkiye’nin ABD ile olan ilişkileri kaçınılmaz bir zorunluluk üzerine oturmaktadır ve İsrail’le ilişkiler sağlıklı olmadıkça ABD ile ilişkilerin sağlıklı bir zeminde götürülmesi de mümkün değildir. AB ile ilişkiler de Turkiye’de demokrasi ve laikliğin geleceği açısından çok büyük önem taşımaktadır.

28 Mart 2010’da yine Washington Enstitüsü’nde yapılan bir konuşmada, CHP Genel Başkan Yardımcısı Osman Korutürk, yeni CHP’nin dış politika vizyonunu anlattığı konuşmasında Logoğlu’nun ifade ettiği görüşleri tekrarlamıştır. Daha da ilginci, gerek heyet olarak yurtdışında yaptıkları görüşmelerde gerekse Turkiye’de medyaya yapılan açıklamalarda yeni CHP’nin dış politika kurmayları Washington Enstitüsü merkezli olarak başlatılan ve Türkiye-İsrail ilişkilerinin iyice gerilmesi neticesinde bütün Batı medyasında görülmeye başlayan “eksen kayması” tartışmalarını tescil ettiler ve hatta “eksen değişmesi” kavramını tedavüle soktular. 2011 yılının Mart ayında Washington’a gönderilen CHP heyeti yine aynı görüşleri tekrarladı ve bu arada Washington Enstitüsü’nde de bir konuşma yapmayı ihmal etmediler ve her bulundukları ortamda İsrail’le ilişkileri onarma sözü verdiler. Kemal Kılıçdaroğlu da aynı fikirleri Avrupa gezisi esnasında tekrarladı.

Bu kısa açıklamamız gösteriyor ki, Palmer Raporu sonrasında CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile Genel Başkan Yardımcısı Faruk Logoglu’nun AK Parti hükümetinin İsrail politikasını kinamalari ve rapor öncesi ve sonrasında İsrail’le yaşanan gerginlikten hükümeti sorumlu tutmaları bir tesadüf değil, Deniz Baykal’in CHP Genel Başkanlığını kaset operasyonu sonucu kaybetmesinden sonra ortaya çıkan yeni sürecin bir parçasıdır.  


[1] Bu konuda ayrıntılı bilgi için, daha önce Mercek Akdeniz’de yayınlanmış olan ““Yeni CHP” Bir Amerikan Projesi midir?” başlıklı makaleme bakabilirsiniz: http://siyaset-toplum.blogspot.com/2011/06/yeni-chp-bir-amerikan-projesi-midir.html
*Yazi Bu hafta yerel gazete, Mercek Akdeniz'de yayinlanacaktir.