Sunday, June 19, 2011

AK PARTİ’NİN SON SEÇiM ZAFERİ AMERİKA’DAN NASIL OKUNUYOR?

AK PARTİ’NİN SON SEÇiM ZAFERİ AMERİKA’DAN NASIL OKUNUYOR?
Levent Baştürk

 Bu sorunun cevabını aramadan önce söze, tek bir Amerika olmadığını, farklı yorumlar yapan, farklı fikirlere sahip ve farklı tahliller dile getiren "birden fazla" Amerika olduğunu söyleyerek başlayalım. Amerikan basınında, düşünce kuruluşlarında ve hatta Amerikan yönetiminin değişik kurumları arasında bile değişik görüşlerin varlığı söz konusu. Bu çeşitliliğe rağmen, son genel seçimden AK Parti’nin birinci olarak çıkacağından Amerika’da kimsenin bir kuşkusu yoktu, ama oy oranı konusunda değişik beklentiler vardı. Beklentilere paralel olarak da seçimin neticesine yüklenen anlamlar da birbirinden farklılık gösterebilmekteydi. Bu yazıda, çok genel hatlarıyla da olsa, Türkiye'deki son genel seçimden yola çıkarak, yukarıda sözünü ettiğim çeşitliliği ve sebep olduğu görüş ve duruş farklılıklarını izah etmeye çalışacağım.

Beyazsaray ve Başkan

Basbakan’ı tebrik etmek için telefonla arayan Obama’nın görüşme esnasında AK Parti’nin seçim başarısını “tarihi zafer” olarak nitelemesi, üçüncü defa seçimde elde edilen başarıdan söz etmesi ve iki ülke arasındaki mevcut iyi ve güçlü ilişkilerin ileride daha da güçlendirilmesi için iki tarafın yakın çalışma içinde olması gereğinin üzerinde durması, Obama’nın seçim  neticelerini memnuniyet verici bulduğunu gösteren ifadelerdir. AK Parti hükümetinin İran, Filistin, Rusya, NATO füze kalkanı ve son olarak da Libya’ya müdahele konusunda izlediği politikalar ve aldığı tavırlar Amerikan  politikalarıyla tamamen örtüşmemiş olmasına rağmen, Türkiye’nin Müslüman ülkeler arasında nispeten yerleşmiş laik ve demokratik bir rejime sahip olması ve İslamcı geçmişten gelen kişilerce kurulmuş bir siyasi parti tarafından istikrarlı bir biçimde yönetiliyor olması, Obama’nın Türkiye’ye, herşeye rağmen, olumlu bakmasını belirlemektedir.

Dışişleri Bakanlığı

13 Mayis’ta Bakanlık sözcüsü Mark Toner imzalı AK Parti’nin seçim başarısını tebrik eden basın açıklamasına bakıldığında acayip denilebilecek ve de teamüle ters düşen bir durumu hemen farketmek mümkün. Birincisi, metnin benzer metinlere göre kısa olması hemen göze çarpıyor. İkincisi, metinde kullanılan dilin haddinden fazla ve diplomatik teamüle pek uymayacak kadar kuru olduğu dikkatinizi çekiyor. Üçüncüsü, metinde Türk halkı tebrik edilir ve serbest ve adil bir seçimden dolayı takdir edilirken bu tebrik ve takdirin seçimin galibi olan siyasi aktörden ve hükümetten esirgendigini görüyoruz.

Türkiye’nin ABD açısından önemi, iki ülke arasındaki ittifak ilişkilerinin boyutu ve Türkiye’nin uluslararası sistemdeki küçümsenemeyecek yeri düşünüldüğünde, Amerikan Dışişleri’nin neden bu şekildeki bir tebrik metninin açıkladığının ilk sebebi olarak akla seçim sonuçlarının yarattığı hayal kırıklığı geliyor. Kuvvetli bir rivayete göre, aralarında Dışişleri’nin de bulunğu Obama yönetiminden bir kesimin bu seçimden beklentisi, CHP’nin yüzde 30-32, AK Parti’nin de yüzde 38 civarında bir oy almasıydı.

Bu beklentiden kaynaklanan hayal kırıklığının yanısıra Amerikan Dışişleri ve Türk hükümeti arasında geçen bazı gerginlikler de hesaba katılması gereken faktörler arasında yer almaktadır. Bilindiği gibi, Oda-TV’ye karşı düzenlenen operasyon, Soner Yalçın, Ahmet Şık, Nedim Şener ve ODA-TV personelindan bazı gazetecilerin tutuklanmasının ardından Amerikan Dışişleri ile hükümet arasında düşük yoğunluklu ama geniş bir zaman dilimine yayılan bir gerilim yaşandı. Bu gerilimin akabinde, The Economist ve New York Times’da CHP’ye verilen desteğe yönelik eleştiri olarak Başbakan’ın seçim meydanlarında Kemal Kilicdaroglu’nun küresel bir çetenin projesi olduğunu iddia etti. Sözü uzatmamak için biz burada, Amerikan Dışişleri’nin bu eleştiriyi üzerlerine alınması için yeterince sebebin olduğunu belirtmekle yetinelim. Sonuç olarak, Amerikan Dışişleri tebrik mesajında özne olarak Türk hükümeti ve AK Parti’yi görmeyerek ve metinde uygun olmayan bir üslup kullanarak bir yerde hükümeti ve Basbakan’ı küçümsediğini gösterir bir hava vermeye çalıştığını iddia etmek yanlış olmayacaktır.

Savunma Bakanlığı (Pentagon)

 Pentagon’un AK Parti hükümetleri öncesi dönemi özlemle aradığını söyleyebiliriz. 2003 yılında Amerikan askerlerinin Türkiye üzerinden İrak’a geçmesine izin veren tezkerenin gecmemesiyle Türk hükümeti ve Pentagon arasında başlayan sorunlara Türkiye’nin İran konusunda takındığı tavır, NATO füze savunma kalkanı projesine olumlu bakmaması ve, en son olarak da, uçuş kodlarının verilmesinin reddedilmesi üzerine Türkiye’nin F35 uçaklarının siparişini erteleme sorunları da eklendi. Libya’ya yönelik müdahele öncesinde Türkiye’nin bazı şerhlerinin olması ve süreci yönlendirmeye çalışması da Türkiye’ye karşı olan hoşnutsuzlukları artırdı.

Bu şartlar altında, şunu söylememiz mümkün: Washington’daki diğer kurumlar gibi, Pentagon da Türkiye’deki son seçimi AK Parti’nin kazanacağından emindi. Öte yandan yeni CHP’nin açıkça ilan edilmiş, İsrail’le ilişkilerin tamir edilmesini de ihtiva eden, pro-Amerikan dış siyaset anlayışının Pentagon çevrelerini de CHP’nin başarılı olması yönünde bir beklenti içine soktuğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Buradan yola çıkarak da, AK Parti’nin yüzde 50’lik seçim başarısının Pentagon çevrelerinde memnuniyet yaratmadığını, ama öte yandan Erdogan’in ve AK Parti’nin gücünü pekistirmesine sebep olabilecek 330 ve üzeri milletvekili sayısına ulaşamamasının bazı endişeleri Pentagon çevrelerinde gidermiş olgunu söylemek mümkündür.

Kongre

Amerikan Kongresi’nde Türkiye’ye karşı son zamanlarda, tek değil ama, en büyük tavır belirleyici unsurun İsrail’le olan ilişkiler olduğunu inkar etmek imkansız bir durum. Kongre’de bu seçim sonuçlara yönelik tepkiyi üç bakış acısına göre değerlendirmek mümkün: Birincisi, Türkiye’yi artık düşman olarak gören bakış acısı. Buna göre, Türkiye artık İran, İsrail, füze kalkanı, Rusya ve Cin’le geliştirilen ilişkiler gibi faktörler göz önüne alındığında Batı müttefiki olmaktan çıkmış ve Amerikan çıkarlarına aykırı hareket eder hale gelmiştir. Daha çok aşırı sağcı, muhafazakar ya da Hıristiyan sağına mensup Kongre üyeleri açısından bu son seçim onların fikirlerini pekiştirici bir rol oynamıştır. İkinci kategoride Türkiye’yi özellikle bölgesel siyasette yeni bir rakip olarak görenler var. Mümkün olan alanlarda işbirliğinin sürdürülmesini savunan bu kesime göre, bu seçim sonuçları Türkiye’nin bağımsız dış politika izleme isteğini daha da artırıcı bir rol oynayacaktır. Üçüncü kesim olarak da, Türkiye’yi sorunlu müttefik olarak görenlerin varlığından söz edilebilir. Türkiye’nin Batı ittifakı içinde kalmasını gerektiğini ve Filistin sorununun bir çözüme bağlanması durumunda da büyük ölçüde Türkiye ile olan sorunların bir kısmının giderileceğini düşünen bu kesime göre de bu seçim sonuçları, bu sorunlu müttefik konumunun daha bir süre devam edeceğinin habercisi olmuştur. Bu yasanilamaz bir durum değildir; fakat ihtiyaç hasıl olduğunda zaruri uyarılar da yapılmalıdır.

Düşünce kuruluşları

 Düşünce kuruluşlarının seçimden AK Parti’nin başarıyla çıkmasına olumlu bakıp bakmadıkları büyük ölçüde onların pro-İsrail olup olmamalarıyla doğrudan alakalı bir durum. Ancak AK Parti’nin milletvekili sayısını 330 ve üzerine çıkaramaması farklı gerekçelerle de olsa, bütün düşünce kuruluşlarının olumlu gördüğünü söylemek mümkün. Seçim sonuçlarına nasıl yaklaşıldığı konusunda ise önemli ayrılıklar olduğunu farketmemek imkansız.

2004’den beri ABD’nde karar vericilerin düşüncelerini, Türkiye’deki muhalefetle koordine bir şekilde yürüttükleri kampanyalarla AK Parti aleyhine etkilemeye çalışan pro-İsrail ve yeni muhafazakar düşünce kuruluşları için bu seçim sonuçları tabii ki hayal kırıklığı oldu. Orta Doğu Forumu kuruluşunun kurucusu Daniel Pipes, seçim günü yaptığı bir değerlendirmede, bu seçimin Türkiye tarihinin “son serbest secimi” olacağı kehanetinde bulundu. Ancak Pipes AK Parti’nin 330’un altında milletvekili çıkarması üzerine “zafer gibi görünen maglubiyet” değerlendirmesini yaptı ve “şimdilik” de olsa Türk demokrasisinin kurtulduğunu iddia etti.  

Türkiye’de 28 Şubat döneminde isminden çok sözettiten ve o dönemde Çevik Bir’in ikinci adresi olan ve bugünlerde “yeni CHP”nin Washington’da pazarlanması işini yürüten Washington Enstitüsü uzmanlarından Soner Çağaptay da CHP’nin gösterdiği “büyük performansla” hem Türkiye’de demokrasiyi hem de AK Parti’yi kendisinden kurtardığını iddia etti. Oysa Pipes ve Çağaptay Mart ve Nisan aylarında kaleme aldıkları yazılarında CHP’nin AK Parti’nin bir iki puan önünde gittiğini iddia ediyorlardı ve AK Parti oylarının yüzde 29-31 civarında olduğunu söylemekteydiler. Amerika’daki anti-AK Parti kampın en önde gidenlerinden olmalarına rağmen Çağaptay ve Washington Enstitüsü, bu seçim sonrasında eski saldırgan halleri yerine daha yumuşak bir tavrı tercih edip yeni dönemde Türk demokrasisinin aktörlerine karşılıklı olarak paylaşmayı öğrenmeyi tavsiye etmesi ve son seçimlerden kendince Arap Baharı için olumlu sonuçlar çıkarması ise dikkate sayan bir durumdu.

Seçim sonuçları karşısında, anti-AK Parti kamptan en uzlaşmaz tavrı Amerikan Girişim Enstitüsü (AEİ)’nden Michael Rubin gösterdi. Ona göre, bu seçim sonuçları artık Türkiye’nin bir müttefik değil düşman olduğunu bir kere daha teyid etmişti ve Türkiye artık bu konumuna göre muamele görmeliydi. Bu kamptan olan muhafazakar Heritage Vakfı da seçim sonuçlarından dolayı endişe ifade edenler arasında yer aldı, ama Türkiye ile hala üzerinde uzlaşılabilen alanlarda ortak çalışmanın devam etmesinde fayda olduğunu ifade ederken İran, İsrail’le ilişkiler ve füze kalkanı konularında Türkiye’nin işbirliğine zorlanmasını savundu ve bunda başarılı olunmazsa, Türkiye’yi bir müttefik olarak görmekten vazgeçilmesi gerektiğini dile getirdi.

Atlantik Konseyi, Carnegie Uluslararası Barış Vakfı ve Brooking Enstitüsü gibi liberal veya merkez düşünce kuruluşları genelde seçim sonuçlarına Türk demokrasisin pekişmesi açısından olumlu yaklaştılar. Bu kuruluşlara mensup Ross Wilson (ABD’nin eski Ankara büyükelçisi), Henri J Barkey ve Ömer Taşpınar gibi isimler, sorunlu bir bölgede, halkın yarısının onayını almış güçlü bir iktidarın yönettiği istikrarlı, ekonomisi gelişen ve demokratik bir Türkiye’nin Amerika’nın önemli bir müttefiki olduğu olgusuna vurgu yaptılar. Giderek kendine daha fazla güvenen ve kendi bakış açısını izlediği dış politikaya yansıtan Türkiye ile bazı çıkar uyuşmazlıklarının olması normaldi, ama bunlar üzerinde bir orta yol bulmak mümkün olabilirdi. Ayrıca, AK Parti’nin istediği sayıda milletvekili sayısına ulaşamaması, onu iç siyasette yeni anayasanın hazırlanması ve Kürt meselesi gibi çok önemli konularda çözüm ararken diğer politik aktörlerle uzlaşmaya itecek olması açısından olumlu bir durumdu.

Medya

Dış politika, özellikle de İsrail’e karşı alınan tavır, nedeniyle Türkiye’nin iç siyasetini Türkiye’deki laikçi-batıcı muhalif kesimlerin gözüyle aktarmayı tercih eden Washington Post, Wall Street Journal ve New York Times gibi günlük gazeteler ve Time dergisi gibi merkez medyada 2011 seçim sonuçlarına genelde olumlu yaklaşıldı. Hepsinde seçim sonuçlarını belirlemede siyasi ve ekonomik istikrarın önemli katkısı olduğu belirtildi. Genelde bu yayınların AK Parti ve Başbakan Erdoğan eleştirileri ve yorumları Türkiye’nin merkez medyasıyla uyum içinde olup belli saptirmalar içerse de, bu durum seçim sonuçlarına olumsuz yaklaşılmasına neden olmadı. Başbakan Erdoğan'ın başarısının beklenen bir sonuç olduğu belirtildi, ama 330 milletvekili elde edememesinin Türk demokrasisinin geleceği açısından olumlu bir durum olduğu vurgulandı. Ayrıca Kürt haklarıyla özdeşleştirilen 36 bağımsız milletvekilinin seçilmiş olması da hazırlanacak yeni Anayasa için olumlu bir faktör olarak görüldü.

Thursday, June 09, 2011

“YENİ CHP” BİR AMERİKAN PROJESİ MİDİR?

YENİ CHP” BİR AMERİKAN PROJESİ MİDİR?

İngiltere’de yayınlanan ve her ülkede dünya gündemini takip eden  pek çok kişi tarafından okunan bir yayın olan The Economist dergisinin geçen haftaki sayısında yer alan bir Türkiye raporu ve editör yazısında Turkiye’deki genel seçimlerde Türk seçmenlerinin açıkça CHP’ye oy vermesi istendi. Dergideki yazılarda sekiz yıllık AK Parti hükümetlerinin başarılı icraatleri büyük ölçüde aktarılıyordu. Öte yandan Ergenekon davasındaki suistimaller, medya üzerindeki baskılar, Başbakan Erdoğan’ın tek adam olma ihtirası taşıdığı ve AK Parti iktidarının otoriter olmaya meylettiği gibi bahaneler öne sürülerek Türk demokrasinin geleceği açısından Türk seçmenlerinin CHP’ye oy vermesi isteniyordu. The Economist’e göre AK Parti’nin tek başına iktidara gelmesi engellenemeyecekti; ama tek başına Anayasa’yı yapabilecek çoğunluğu elde edemezse, bu onu diğer partilerle ortak hareket etmeye zorlayacaktı. Dolayısıyla AK Parti’nin gücünü dengelemek için CHP’ye oy verilmesi Türk demokrasisinin sağlıklı gelişimi için bir zaruretti.

Yeni CHP bir “ABD projesi” ya da “kuresel çete projesi” iddiaları

The Economist’e çıkan bu habere, en ilginç tepki CHP’nin 22. ve 23. dönem İzmir milletvekilliğini yapmış olan, geçmişte laikçi, ulusalcı ve hatta ırkçı sayılacak çıkışlarıyla gündeme gelmiş olan Dr Canan Arıtman’dan geldi. CHP’nin seçim beyannamesinde halktaki anti-Amerikanizmi giderme vaadinde bulunduğunu da hatırlatan Arıtman “Yeni CHP bir Amerikan projesidir” dedi.

Canan Arıtman’ın teşhisine benzer bir teşhis de fazla geçmeden Başbakan Erdoğan’dan geldi. Partisinin İstanbul Kazlıçeşme ve onu izleyen mitinglerinde Başbakan Erdoğan “meğer, CHP’nin yeni genel başkanı, sadece ulusalcı bir proje değil, uluslararası bir projeymiş. Biz, CHP’nin yeni genel başkanını, Türkiye’deki çetelerin projesi biliyorduk, meğer sadece onların değil, küresel çetelerin de projesiymiş’’ diyecekti.

Peki Canan Arıtman ve Başbakan Erdoğan bu görüşlerinde tamamiyle haklılar mi?

Proje nedir? Yeni CHP bir proje midir?

CHP’nin nasıl bir proje olduğu konusuna girmeden önce, isterseniz bir proje tarifi verelim. Oldukça genel geçer bir tarife göre, proje belirli bir ekip tarafından, belirli bir başlangıç ve bitiş süresinde, belirlenmiş hedefler doğrultusunda kaynak kullanılarak gerçekleştirilen faaliyetler bütünüdür.

Bu tanıma göre “yeni” CHP bir proje olarak adlandırılabilir mi? İsterseniz bunun cevabını, biz “yeni” CHP’nin ABD’de pazarlamasını üstlenmiş Amerika’daki en güçlü İsrail lobisi olan Amerikan İsrail Kamu İlişkileri Komitesi (AIPAC)’nin düşünce kuruluşu olarak faaliyet gösteren Washington Enstitüsü (WINEP)’nde uzman sıfatıyla istihdam edilen Soner Çağaptay’ın düşüncelerinden yola çıkarak arayalım.

CHP’deki değişimi, adeta kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan bir dönüşümmüş gibi Batılı çevrelere izah eden, ama Deniz Baykal’ın başkanlıktan uzaklaştıran kaset skandalına hiç deginmeyen yazılarında, Çağaptay “eski CHP”–“yeni CHP” ve “eski Kemalizm”-“yeni Kemalizm” tasniflerine gider. Çağaptay’a göre “Eski Kemalistlerin” idaresi altındaki gelişimini durdurmuş ve donmuş “eski CHP” Batı karşıtıdır ve katı laikçi-milliyetçi modernleşmeyi demokratikleşme ve halkın iradesine tercih etmektedir. “Yeni Kemalist” anlayışla yola çıkan “yeni CHP” fosilleşmiş bir siyasal yapıyı dinamik bir sosyal demokrat hareket haline dönüştürmeye başlamıştır. Kemal Kılıçdaroğlu’nun öncülüğünde yeni Kemalistler, AK Parti’nin Orta Dogu’daki din temelli ittifak arayışlarına karşı, kuvvetli bir Batı yanlısı tutum takınmışlardır ve AB yanlısı bir tutum içine girmiştir. Partinin yeni yönetim kurulu liberal, ilerici ve sosyal demokrat fikirli insanlardan oluşmaktadır ve Atatürk’ün görüşlerinin liberal ve revize edilmiş bir biçimini savunmaktadırlar. Eskisi gibi dine mesafeli değillerdir, ama AK Parti’nin meşruiyetini dindarlıktan alan muhafazakarlığına da itiraz etmektedirler. Onun yerine, dine ve dindarlığa kapıları açan, ama sosyal muhafazakarlığı dışlayan bir tutum içine girmişlerdir. Böylece, Kılıçdaroğlu’nun yeni Kemalizmi dine ve dindarlığa kapıları açmakla birlikte, sosyal muhafazakarlığı dışlayarak din ve devlet ayrımını koruyabilmektedirler.

Yeni CHP bir ABD projesi midir?

Soner Çağaptay’ın gerçekliği yansıtmaktan ziyade, apaçık bir şekilde Yeni CHP’yi pazarlama amacını taşıyan yukarıda aktardığımız fikirleri bize bir proje ile karşı karşıya olduğumuzu gösterdiği gibi, bu projenin hazırlanmasında katkısı olan merkezlerin birisinin de adresini vermektedir. Deniz Baykal yönetimindeki Eski CHP’nin özellikle ABD, AB ve İsrail’le ilişkiler konusunda yukarıdaki tabloya tam olarak oturmadığı bir gerçektir. Aslında Çağaptay’ın çizdiği dinle barışık laiklik ve halk temsili konuları, Türkiye bağlamında, özelde WİNEP’in genelde İsrail yanlısı ve neo-kon kuruluşların da mecburen adapte olmak zorunda kaldıkları bir gelişmedir. WİNEP ve benzeri İsrail yanlısı ve neo-kon kuruluşların Turkiye’de 28 Şubat Sureci’nde başrolü oynayan aktörlerle olan işbirliği ve bu süreçte olan katkıları oldukça açık seçik bilinen bir gerçektir. WİNEP o dönemde adeta o dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir’in ikinci adresi olmuştur. Aşırı sağcı ve emperyalist bir dış politika vizyonuna sahip olan bu kuruluşun “solcu, liberal ve sosyal demokrat Yeni CHP’nin pazarlanması işinde rol üstlenmesi oldukça düşündürücüdür. İlişkinin boyutu pazarlamanın da ötesine gitmektedir. WİNEP, bir zamanlar Çevik Bir’e ikinci adres olduğu gibi, şimdi de yeni CHP’nin kurmaylarının endamlarını göstermek için kullandığı bir araç olmuştur.

CHP’nin Genel Başkan Danışmanı ve Parti Meclisi üyesi emekli Büyükelçi Faruk Logoğlu 22 Kasım 2010 yılında Washington’da Washington Enstitüsü’nce düzenlenen “Türk-Amerikan Ortaklığını Yeniden Üretmek” konulu bir konferanstaki sunumda “Türkiye’nin ruhunu gösteren ve modern Turkiye’yi karakterize eden şeyin Turkiye’nin ABD, İsrail, NATO ve AB ile olan ilişkileri olduğunu” söylemiştir. Ona göre Turkiye’nin ABD ile olan ilişkileri kaçınılmaz bir zorunluluk üzerine oturmaktadır ve İsrail’le ilişkiler sağlıklı olmadıkça ABD ile ilişkilerin sağlıklı bir zeminde götürülmesi de mümkün değildir. AB ile ilişkiler de Turkiye’de demokrasi ve laikliğin geleceği açısından çok büyük önem taşımaktadır.

28 Mart 2010’da yine Washington Enstitüsü’nde yapılan bir konuşmada, CHP Genel Başkan Yardımcısı Osman Korutürk, yeni CHP’nin dış politika vizyonunu anlattığı konuşmasında Logoğlu’nun ifade ettiği görüşleri tekrarlamıştır. Daha da ilginci, gerek heyet olarak yurtdışında yaptıkları görüşmelerde gerekse Turkiye’de medyaya yapılan açıklamalarda yeni CHP’nin dış politika kurmayları Washington Enstitüsü merkezli olarak başlatılan ve Türkiye-İsrail ilişkilerinin iyice gerilmesi neticesinde bütün Batı medyasında görülmeye başlayan “eksen kayması” tartışmalarını tescil ettiler ve hatta “eksen değişmesi” kavramını tedavüle soktular. 2011 yılının Mart ayında Washington’a gönderilen CHP heyeti yine aynı görüşleri tekrarladı ve bu arada Washington Enstitüsü’nde de bir konuşma yapmayı ihmal etmediler ve her bulundukları ortamda İsrail’le ilişkileri onarma sözü verdiler. Kemal Kılıçdaroğlu da aynı fikirleri Avrupa gezisi esnasında tekrarladı.

Bu kısa açıklamamız gösteriyor ki, The Economist, The New York Times ve Reuters gibi medya organlarının Türk seçmenlerini son seçimlerde CHP’yi desteklemeye çağırması bir tesadüf değil, bir sürecin parçası. Bugün kendi iç dinamikleri ile dönüşemeyen CHP’nin AK Parti’ye karşı ABD, İsrail ve AB’nin katkı ve etkisiyle dönüştürülmesi sürecini yaşadığımızı söyleyebiliriz. Bu çerçevede de özelde ABD’nin genelde Batı’nın bir yeni CHP projesi olduğunu iddia etmek tam anlamıyla yanlış olmaz. Ancak bunu söylemek yeni CHP’yi tamamen Batı’nın gerçekleştirmeye koyduğu bir projenin ürünü yapmaz. Neden?

 Projenin Türkiye Boyutu

Ülkelerin iç politikalarının dışarılarda bir yerlerde dizayn edilip içeriye dikte edildiği şeklindeki bakış, özellikle Türkiye gibi bir ülke söz konusu olduğunda, tam anlamıyla açıklayıcı olmaz. Uluslararası desteğin rolü ve etkisi elbette önemlidir, ama dikkatle incelersek, bu gücün çoğu zaman var olan süreci kolaylaştırıcı ya da hızlandırıcı rol oynadığını görürüz. Bu açıdan bakınca, Yeni CHP’yi anlamak için Türkiye bağlamını da iyi okumak gerekmektedir.

AK Parti iktidarı gerek merkeze taşıdığı ekonomik ve sosyal güçler itibariyle, gerekse temsil ettiği değerler açısından Turkiye’deki yerleşik ekonomik çıkar çevrelerini, statü gruplarını ve kalıplaşmış egemen yargıları sarstı. Bu haliyle AK Parti’ye karşı olan çevrelerde bir direnme ortaya çıkardı. Ne var ki Turkiye’deki başlıca üç muhalefet odağı (CHP, MHP ve BDP) oldukça dar olan vizyonları gereği, çok geniş bir yelpazeyi oluşturan toplumsal muhalefetin tümünü kucaklayıcı olamadı. MHP ve BDP etnik kökenli bir toplumsal ve siyasal muhalefetin odağı olmakla yetinirken, CHP daha çok içe kapanmacı ulusalcılık, laikçilik ve hayat tarzı endeksli bir muhalefet odağı olmanın ötesine geçemedi. Bu üç parti içinde AK Parti’ye karşı oldukça geniş bir alana yayılan muhalefet çevrelerini biraraya toplamaya en müsait yapı olma özelliğini de CHP’nin taşıdığı bir gerçekti. Ancak Deniz Baykal’ın başında olduğu bir CHP bunu başaramazdı. Onun önderliğindeki bir CHP ile ne uluslararası alanda bir meşruiyet arayışına girisilebilirdi ne de hayat tarzı nedeniyle AK Parti’den uzak duran ama CHP’ye de mesafe koyan kentli liberal demokrat kesimlerin desteği alınabilirdi.

AK Parti’ye karşı statüko içinde kalarak mücadele etmenin nafile olduğu ortaya çıkmıştı, ama statüko ile özdeşleşmiş Deniz Baykal CHP’si ile girişilen her yenilik hamlesinin daha başlamadan bittiği de geçmişte görülmüştü. Kısa sürede AK Parti iktidarına alternatif olamayacak bile olsa güçlenmiş bir CHP ile AK Parti’yi en azından bir hizaya sokmak mümkün olabilecekti. Bu aşamada klasik Kemalist anlayışın ve onunla özdeşleşmiş siyasal hiyerarsilerin tasfiyesi zarureti vardı.

Deniz Baykal’a karşı gerçekleştirilmiş olan kaset operasyonu ezberini bozmuş bir CHP’yi piyasaya surebilmenin ilk adımı oldu. Deniz Baykal ve onunla birlikte eski Kemalist anlayışın tasfiyesi hem içeride hem de dışarıda var olan arayışların bir ortak zeminde buluşması üzerine mümkün oldu. Bu ortak zemin de, bir çıkar, fikir ve değerler birliği üzerinden sağlandı.