Thursday, January 31, 2019

“CeHaPe ZİHNİYETİ” BAHANE, İKİNCİ MİLLİ ŞEFLİK ŞAHANE!


“CeHaPe ZİHNİYETİ” BAHANE, İKİNCİ MİLLİ ŞEFLİK ŞAHANE!



İktidar partisinin 24 Haziran Genel Seçimleri kampanyasından bu zamana kadar giderek artan dozda “CeHaPe zihniyeti” sözünü bol bol duyar olduk. Sadece duymakla kalmıyoruz, onunla korkutuluyoruz.

Peki, nedir bu CeHaPe zihniyeti?

Bundan kasıt 1923-1946 yılları arasında ülkeyi idare etmiş CHP hükümetleri, bu hükümetlerin projeleri ve icraatları ve bütün Cumhuriyet tarihi boyunca CHP iktidarda olmasa bile ülkede rejimin siyasi meşruluk sınırlarını çizen resmi ideoloji Kemalizm’dir. CHP 1950’den sonra bir daha tek başına iktidara gelememiştir.  CHP ve onunla aynı zeminde örtüşen partiler (SHP ve DSP gibi) 1950 sonrası dönemde ancak koalisyon hükümetleri olarak iktidarda yer almışlardır. Ancak Türkiye’de askeri darbe veya müdahale dönemlerinde Kemalizm (veya Atatürkçülük) darbelerin meşrulaştırıcı fikri çerçevesini oluşturmuştur.

“CeHaPe zihniyeti”, kıtlık ve yokluk gibi durumlara da bir referanstır. İkinci Dünya Savaşı yıllarında temel tüketim mallarının karneye bağlanmış olması Türkiye toplumunun toplumsal hafızasında kazınmaz bir şekilde yer etmiştir. Ayrıca 1978-1979 yıllarında Başbakan Bülent Ecevit önderliğindeki CHP’nin ana gövdesini oluşturduğu koalisyon hükümeti döneminde ampül, pirinç, yemeklik yağ, tüp ve gaz gibi bazı temel tüketim maddelerinin kıtlığı çekilmiştir. “CeHaPe zihniyeti”ne referans yapılırken kıtlığı çekilen ürünlerin karaborsa dışında temin edilmesi esnasında yaşanmış uzun kuyruklara da bir vurgu vardır.

Ancak “CeHaPe zihniyeti” derken asıl ve en mühim vurgu toplumsal ve siyasal baskılarıyla zihinlerde yer etmiş Tek Parti Yönetiminin otoriter vasfıdır. Bu dönemde Devlet’le CHP özdeşleşmiştir, yani içiçe girmiştir. Ancak “CeHaPe zihniyeti” ifadesini bir korkutma taktiği olarak diline dolamış olan Ak Parti lideri ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bu döneme referansı İsmet İnönü’yle sınırlıdır. Oysa 1923-1938 yılları arasındaki Tek Parti Yönetiminin lideri Mustafa Kemal Atatürk’dü. Erdoğan pragmatik bir biçimde kendi siyasi söyleminde bir meşrulaştırma vasıtası olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’ü araçsallaştırmayı tercih etmiştir. Atatürk hariç tutulunca, ister istemez sadece İsmet İnönü’yü şeytanlaştırma üzerinden yeni bir baskıcı Tek Partili Yönetim tasviri yapılmıştır. Bu tasvir zaman içinde bir hınç ve kin nesnesi olarak bir simgesel nitelik de kazanmıştır.

Kısaca, “CeHaPe zihniyeti” derken kasıt büyük ölçüde Devlet’le Parti’nin özdeşleşmiş olduğu bir baskıcı rejime referansta bulunulmaktadır.

Bağımsızlık mücadelesinde Cezayirli direnişçiler safında Fransızlara karşı savaşmış Martinikli düşünür ve psikiyatrist Frantz Fanon parti-devlet bütünleşmesinin sonuçlarını şöyle izah eder: “Eğer bir parti iktidarla özdeşleşirse kendi batıl amaçlarına ulaşmanın, yönetimde bir iş elde etmenin ve terfi etmenin, rütbe kazanmanın ve bir kariyer sahibi olmanın en kısa yolu olur.”

Kısaca, Fanon’a göre parti-devlet özdeşleşmesi liyakatın olmadığı ve kayırmacılığın hakim olduğu bir yönetim anlayışını icraata koymaktadır. Fanon’un ortaya koyduğu açıdan bakınca, işin gerçeği, bugün ülkemizdeki iktidar bizzat şeytanlaştırdığı bir yönetim anlayışını icraata dökmüş bir siyasi aktör olarak karşımıza çıkmaktadır.

Tek partili dönemde ülkemizde yönetim veya hükümet kendini “Milli Şef” sembolüyle ifade etmiştir. Elitler ve müesses nizamdan menfaat temin edenler Milli Şef etrafında kenetlenmiştir. Bugün korkutulduğumuz budur.

Ancak anlamak istemediğimiz de şudur: Bugün ülkemizde yönetim veya hükümet kendini “Reis” sembolüyle ifade etmektedir. Elitler ve müesses nizamdan çıkar sağlayanlar Reis etrafında kenetlenmiş vaziyettedirler.

Aslında günümüzde yaşadığımız bir İkinci Milli Şef Dönemidir.

Ülkemizde genel ve yerel seçimlerin düzenleniyor olması kimseyi yanıltmamalıdır. İçinde bulunduğumuz konjonktürde seçimler ve parti çokluğu Tek Partili İkinci Milli Şef (Reis) Yönetiminin kamuflajı olmaktan öte gidememektedir. Fanon’un iktidar-parti özdeşleşmesi konusunda ifade ettiği gerçekler bugün de hayatımızın bir parçasıdır.

Seçim demokratik bir rejimin bir gerekli şartıdır; fakat yeterli şartı değildir. Seçimlerin düzenlendiği ve birden fazla partinin varlığını sürdürdüğü, ama otoriter vasfı şüphe götürmez rejimler için geliştirilmiş ve ülkemiz için de geçerli olan çeşitli kavramlar vardır: Seçimli otokrasi, rekabetçi otoriterlik, melez rejim ve plebisiter otoriterlik  vs.

Yaşadığımız otoriter rejim gerçekliğini örtmek için bize sunulan bir diğer gerekçe de “dini alandaki kazanımlarımız”dır. Ancak yine Fanon’un belirttiği gibi, sömürü düzenlerinde dini müesseseler/yapılar bizleri Tanrı’nın yoluna değil, efendinin/ezenin/muktedirin yoluna çağırır. Günümüzde bunu Cuma hutbelerinde bol bol hissediyoruz.

İçinde bulunduğumuz 2. Milli Şef Dönemi’nin bir diğer mühim özelliği de şatafatlı saray hayatıdır.
Saray bir itibar unsuru olarak sunulur. Ve israf, itibarla meşrulaştırılır. Bir tane yetmez, irili ufaklı ikincisi yapılır, üçüncüsü de planlanır. Timsah henüz canlıyken soyulan derisinden imal edilen 30 bin dolarlık çantada itibar denilen şeyin aslında bir yozlaşma olduğu ortaya konulur. Halkın en temel ihtiyacı olan et, süt ve yumurtadan bile yüzde 8 vergi alan bu zihniyet topladığı vergileri harcayarak kilosu 4 bin lira olan çay içer, resepsiyonlarında normal vatandaşın görmediği, hatta adını bile duymadığı ejder meyveli smoothie servis eder.

İbn Haldun’dan yola çıkarak ifade edecek olursak, bu durum devleti yıpratıp bir eski giysi haline getiren ve sonunda büsbütün yıkıp yok eden varlıklı, parlak bir hayattırLakin İbn Haldun’un adına üniversite açan muktedir/ler/imiz için özelde İbn Haldun, genelde tarih ve tarihi şahsiyetler sadece ve sadece birer istismar nesneleridirler. Tarihi bir ders vesilesi olarak görmek gibi bir eğilimleri yoktur.

Ibn Haldun şöyle der: “Devlet basiretli hareket eder, tedbirli davranır, haksızlık etmez ve doğru yoldan sapmazsa pazarında som altın ve saf gümüş revaç bulur. Ama kinle hareket eder, kötü amaçlar peşinde koşar ve zulüm ve batılın komisyonculuğuna yönelirse o durumda pazarında kötü şeyler revaç bulur. Araştırıp doğruyu bulmadaki ölçü, eleştirel ve basiretli olmaktır.”

Muktedir/ler/imizin adına üniversite açtığı Ibn Haldun adaletin öneminden söz ediyor, haksızlık etmeyin diyor, kin gütmeyin ve zulmetmeyin diyor... Fakat Muktedir/ler/imiz hepsini yapıyor!

İmam Ebu Yusuf’a göre “bina adalet üzerine  ve doğruluk harcından mahrum temeller üzerine kurulduğu vakit Allah o binanın temellerini bozar, yapanların ve yapılmasına yardım edenlerin üzerine yıkar”.

Adalet yoksunluğu ve zulüm için mazeret üretilemez. Beka, adaletin ortadan kaldırılmasının gerekçesi olamaz. Beka gerekçesiyle zulmü meşrulaştırmaya çalışırsanız beka sorununun ortaya çıkması için temelleri atmış olursunuz.

Tarih ve tarihi şahsiyetler üzerinden hamaset inşası ve istismar çabasının son günlerde merhum Necmettin Erbakan’ı da tekeline alma gayreti içinde olduğu görülmektedir. Ancak Erbakan’ın tarihten alınması gereken dersler olarak saydığı hususlardan fersah fersah uzak olanlar, merhumun ismini maalesef taciz etmekten öte gidememektedirler. Nedir Erbakan’ın tarihten alınması gereken dersler olarak üzerinde durduğu hususlar?

--- Materyalizm değil, maneviyatçılık esas alınmalıdır,
--- Çatışma değil, diyalog esas alınmalıdır,
--- Çifte standart değil, adalet esas alınmalıdır,
--- Üstünlük değil, eşitlik esas alınmalıdır,
--- Sömürü değil, işbirliği esas alınmalıdır.

Kolayca takdir edileceği gibi, günümüzün muktedir/ler/i Erbakan’ın talebesi görüntüsünü vermekten hoşlansalar da, asıl derslerini, önce lanetler gibi göründükleri, ama aslında öykündükleri tek parti liderliğinden, sonra da “dün dündür, bugün de bugün” sözlerini tarihe paslı çiviyle çakmış Süleyman Demirel’den almışlar ve hatta sofistikasyon bakımından onları bile fersah fersah geride bırakmışlardır.