Thursday, July 14, 2005

STATÜKONUN VATANSEVERÝ....

STATÜKONUN VATANSEVERÝ....
Levent Baştürk


Ýyi bir vatansever olmayý küçümsemeyiniz.
Bazýlarý der ki, vatanseverlik yürek ve kan meselesidir.
Bence o kadar basit değil. Ondan daha fazlasýný gerektirir.
Bir defa, yalan haberleri cesurca yaymak için, yalanınız yüzünüze vurulduðunda kýzarmayacak bir yüzünüzün olması zaruridir..
Ýlave olarak da, aklý tatile çýkarmak gerekir...

Yoksa nasýl inanýr ve milletin de inanmasýný beklersiniz internette gezen, kasıtlı olarak ortaya çıkarılmış ve belli bir merkezden yönlendirildiği imajı veren yalan haberlere.
Bir bakýnýz þuna:
"Brüksel Zirvesi Sonuç Bildirisi’nden.
‘Türkiye’ baþlýklý bölümden; ‘Presidency Conclusions’, Madde 23:
‘Müzakerelerin yalnýz Türkiye’yle deðil diðer devletlerle de yapýlabileceðini ve müzakereler sýrasýnda Türkiye birkaç devlete bölünürse veya Güneydoðu bölgesinde bir Kürt devleti kurulursa, yeni bir karar olmaksýzýn onlarla da müzakere yapýlacaðýna.’

ÖNEMLÝ NOT: Lütfen yurtseverlik gereði bu durumdan herkesi haberdar edin.
Türkiye’miz üzerinde oynanan oyunlarý herkes ögrensin!"
[1]
Artýk dünyada herkesin e-posta kutusuna gelen bu yalaný gönderme zahmetine katlananlara, aklýný tatile çýkarmýþ demez de ne dersiniz?.. İlgili belgeye rahatlıkla ulaşmak mümkünken, calışan bir beyin yalanı tercih eder mi?
Peki ya, Urfa’da -olmayan- Ýtalyan hastanesinde, çocuklarýna Türk vatandaþlığy almak için doðum yapan üç bin Ýsrailli kadýn haberine ne demeli?..
Neymiş efendim, ilerde bu Türk vatandaşı Israilliler, şu an satın aldıkları GAP bölgesindeki topraklara yerleşip, buraların Israil'e ait olduğunu iddia edeceklermiş...
Bir defa, Türkiye vatandaşlık kanunu, vatandaşlığı toprağa (doğum yerine) göre değil, kan bağına (anne-babanın vatandaşlık durumuna) göre düzenliyor.
****
Aklın tatile gönderilmesinden sonraki aşama papağanlık... Mesela bazý kod kabul edilen kavram ve tabirleri okuduğun veya duydugun zaman, hemen baþlayacaksýn karþýndakine şunları saymaya :
"Vatan haini, Türk düþmaný, bölücü, dýþ güçlerin ajanı, sözde aydýn, sözde vatandaþ, demokrasi ve insan haklarý arkasýna sýðýnmýþ gizli amaçları olanlar...."
Peki hangi kodlara duyarlý olmak lazým? Çok kolay. Kolay olmak zorunda... Akýl tatilde, papağanlık devrede çünkü.
"Ermeni tehciri, Kürtler'e karşı yerine getirilmeyen vaadler, herkese inanç özgürlüğü, kültürel zenginlik mirasýmýz, Anadolu mozaiði, Varlýk vergisi, Türkleþtirme politikalarý, ana dilde eðitim, sivil ve kültürel haklar, din iþlerinin sivil topluma býrakýlmasý, tek parti diktatörluðü, laikçilik, Süryani göçü, İstiklal mahkemeleri, askerin siyasetten çekilmesi, faili meçhul, yargısız infaz, Susurluk...."
Baþkalarý da var listede; ama biz fazla uzatmayalým. Baþka söyleyecek sözümüz var çünkü.
****
Ýlave olarak, çelik gibi dirayetli olmalýsýnýz. Çünkü hainler çok donanýmlý. Bu durumda zihniniz kalın ve sağlam taş duvarlarla örülü olmalı ki, şu sorular size sorulduğunda çarpýp geri dönmeliler:
- Son Osmanlı padişahının anayasal yetkileri; halk egemenliğini esas almış, egemenliğin kayıtsız şartsız halkta olduğu söylenen Türkiye Cumhuriyetinin ilk cumhurbaşkanının yetkileri karşısında neden bir hiç olarak kalır? Neden cumhurun ilk reisi ömür boyu baþta kaldı? Tek parti döneminde, mebusların adeta atandýðý bir rejim nasıl cumhuriyet olarak değerlendirildi? Son Osmanlı sultanının yetkilerinin şu anki cumhurbaşkanının yetkileri yanında bile çok hafif kaldığını biliyor muyuz?
- Halký teba olmaktan çýkarýp vatandaþ yaptýðýný iddia eden yeni rejimde (Cumhuriyet) nasıl olur da, siyasi partilerin ve derneklerin sayýsýnda, halk idaresini yadsıdığı savlanan bir önceki idareyle (saltanat) karþýlaþtýrýnca, neredeyse yüzde yüze yakýn bir azalma olur? Neden bir halk idaresinde, devlet kendisinin kutsanmasını ister? Devleti kutsamak, vatandaþlýðýn tersi olan tebalýkla ilgili bir olgu deðil midir?
- Otoritesini Tanrýdan aldığı iddia edilen saltanat rejimine son verildiği söylenmekte. Ortada amacýnýn rasyonel düþünen uygar fertleri yetiştirmek olduğunu iddia eden bir devlet, bir yeni düzen var.. Peki nasıl olur da halkýn egemenliği esasını benimsemiş bir rejimin lideri için onu tanrýlaştýrýcý övgüler düzülür?
- Eðer hakiki anlamýyla ortada vatandaþlarýn cumhuriyeti varsa, yetkili kiþilerin agzindan ve basındaki kalemlerden bir zamanlar şu tip ifadeler nasıl dile getirilmiştir?
"Onlar (gayrimüslimlerden bahisle) bu memleketin vatandaþlýðýndan istifade etmiþlerdir ve ihanetle, silah çekerek istifa etmiþlerdir. Onlar Osmanlý tarihinin nankör çocuklarýdýr ve bu memlekette hiçbir haklarý kalmamýþtýr." [2]
"Bu memleketin efendisi Türk'tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır." [3]
"Bunlar alelade hayvanlar gibi basit sevk-i tabiilerle iþleyen his ve dimaðlarýnýn tezahürleri, ne kadar kaba hatta abdalca düþündüklerini gösteriyor... Çið eti biraz bulgurla karýþtýrýp öylece yiyen bu adamlarýn Afrika vahþilerinden ve Yamyamlardan hiç farký yoktur." [4]
****
Peki taşkafa olmayı da başardıktan sonra vatanseverliğin şartları tamamlanmış olur mu? Hayır efenfim.. Bu iş ciddi iş. Fedakar ve savaşımcı da olman lazım.
Mesela en az doksan öbeðe üye olacaksýn. Ardýndan, ne dediðinden emin olmasan bile vatansever olduðunu bildiðin bazý zatlarýn yazýlarýndan her gün en az beþ tane saða sola göndereceksin. Kürt Forumlarýna takilip, olmadýk küfür ve hakaretleri aðzýna alarak karşıtlarına "gereksindiðin erki damarlarýndaki soycul kanda" bulduðunu göstereceksin.
Bu arada Ermenilere karşı hiç bir internet oylamasını kaçýrmayacaksýn. Var mı öyle altta kalmak? Biz bugüne bugün Time anketinde, Mustafa Kemal’i en iyi bilim adami, en iyi müzisyen, en iyi devlet adamı, en iyi kumandan, en iyi felsefeci ve en iyi reformcu kategorilerinde yirminci yüzyýlýn en iyisi seçtirmedik mi? Içine her batýlý gibi Türk düşmanlýðý sinmiş zalim Time, sonuçları tanımamışsa da, ne gam? Bizim sanal cengaver vatanseverlerimiz, gurur duyabilirler.. Onlar şerefli Türk gençleri olarak üzerlerine düşeni yaptılar. Her biri sayılması imkansız sayıda oy vererek "bir Türk'ün dünyaya bedel" olduğunu kanıtlamışlardır.
Ata için zaten ne yapýlsa az... O Ata ki;
"bugün yalnýz Türk milletinin degil, bütün beşeriyetin lideri ve kahramanıdır. Onun fikirleri, onun gösterdigi yollar insanlýk için hakikat ve saadet yollarýdýr. (...) Ve bugünkü cihanýn en doğru en güzel tarihini, bütün beþeriyete örnek olacak þekilde, Atatürk yaratmamýþ mýdýr? Onun ýþýklarý altýnda yanlýþ ve hatalý yola sapmak imkaný yoktur. O bütün hareketlerinde hiç bir zaman isabetsizlikte bulunmamýstýr." [5]
Ata o kadar büyüktür ki;
"onun kuhn ve mahiyetine tamamýyla nüfus etmek, onu tamamýyla anlayabilmek hiç bir faniye nasip olmayacak bir þeydir. Çünkü o yiyip içen, düşünen, duyan alelade beþeri hayatýn üstünde baþka bir varlýða maliktir: Türk milletinin vicdani ise önünde en derin huþu ve ihtiramla takdis edilecek bir eklemiyet remzidir, uluhiyettir." [5]
Son olarak da, fedakarlýk ve savaþýmcýlýðýný sokaklara taþýyacaksýn. Artýk gündemin konusuna göre, ya "Kýbrýsý sattýrmayýz" ya da "kahrolsun Apo" diye baðýracaksın. Kimbilir, o sırada yine gündemde Italya ile kriz olur, yeniden İtalyan domatesi ezersin. Ama her halükarda sokakların boş kalmaması lazım...
Yoksa TAYAD'cýları bir güzel kim linç edecek? Kim mücadele edecek "sözde vatandaþlar"la? Hem baksana, yeni Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'nde "irtica"nın yeniden birinci tehdite çıkması söz konusu imiş. Statükocu vatanseverlerin "role model"ı Mehmet Taner Kýþla-lý abimizin dediðine göre, silah kullanýmý bile artık göze alýnmýs. Demektir ki, bize silah kertesine gelmeden çok iş düşecek. Şimdiden meydanların inleyişini kulaklarınızda hissedin: "Türkiye laiktir, laik kalacak." Belki büyük bir coþku ile söyleyeceğimiz Onuncu Yıl Marşı irticayý püskürtmeye yetecektir:
"Bir hızla kötülüğü geriliği boğarız,
Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız.
Türk'üz bütün başlardan üstün olan başlarız;
Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız.
Türk'üz Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi,
Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri. "

Yalnýz Kenan Doðulu versiyonunu söylemek olmaz artýk. Var mı öyle hem askerden kaçýp, sonra da vatansever sýrtýndan rant yemek?
-----
[1] İnternet öbeklerinde dolaşan bir ileti.
[2] Mahmut Esat Bozkurt'un 1921 Anayasasý'nýn Mecliste görüþülürken yaptýðý konuþmadan.
[3] Bozkurt'un 1930 Ağrı isyanı akabinde, seçim bölgesi Ödemiş'te yaptığı konuşma.
[4] 13 Temmuz tarihli Cumhuriyet gazetesinin 1930 Aðrý isyanýna katýlanlarý tasviri.
[5] M. Saffet Engin, Kemalizm Inkilabının Prensipleri, İstanbul, Cumhuriyet matbaası, 1938, s. 79.
[5] aynı eser, s. 79.

Monday, July 04, 2005

KUŞATMA: STATÜKONUN DİRENİŞ STRATEJİSİ

KUŞATMA: STATÜKONUN DİRENİŞ STRATEJİSİ

Levent Baştürk



İktidara geldiği günden bugüne, AK Parti ile statüko arasındaki ilişkilerin gerilimli olduğu hiç bir dikkatli gözlemcinin gözünden kaçmadı. İlk başlarda, AK Parti karşıtı statükocu kamp daha dar bir çevreden oluşmaktaydı. Bu çevreye, ordu içindeki bir kesim, Cumhurbaşkanı, YÖK ve emekli olmuş yüksek yargı organlarının hakim ve savcıları dahildi. Hükümetin kendini statükoya karşı sağlama alma girişiminin bir neticesi olarak ABD'ye yakın durması ve Avrupa Birliği (AB) üyeliğini bir öncelik olarak görmeye başlaması, bu statükocu kesimi ulusalcılık zemini üzerinde direnişe itti. ABD'nin Irak'a müdahelesi öncesi ve sonrasında Türkiye'den bazı taleplerde bulunması ve Orta Doğu'nun yeniden şekillendirilmesini öngören ve bu süreçte ılımlı Islami oluşumlara sıcak bakan bir projeyi öne sürmesi de, Türkiye'deki statükocu çevrelerin, AK Parti'ye karşı, ulusalcı zeminde mücadele açmasını kolaylaştırdı. Ancak bu mücadelenin kamuya yönelik yönü gerçeklerden ziyade, yanlış bilgilendirme ve propaganda biçimindeydi.

Geçmişte Türkiye'nin ABD ve İsrail'le olan ittifakına çok sıcak bakan bu kesim, birden bire şiddetli bir biçimde hem anti-Amerikan bir duruş belirledi, hem de milli hassasiyetler merkezli bir siyasetle AK Parti'nin tabanını da etkilemeye yönelik bir faaliyet içine girdi. Yazılı ve görsel medya içindeki müttefikleri yanısıra, militarize edilmiş sivil yapılanmaların mobilize edilmesi ve internetin daha etkili bir biçimde kullanılması sonucu, ülkede daha önce hiç görülmemiş bir anti-Amerikanizm ortamı oluştu. Buna, daha önce dar bir çevre ile sınırlı kalan, anti-Semitizmin yaygınlaşması da eklendi. Aynı zamanda, AB tarafından Turkiye'den istenen ülke içinde siyasi, ekonomik ve sosyal reformlara gidilmesi ve Kıbrıs gibi dış sorunlara çözüm bulunması taleplerine karşı da ulusalcı bir reaksiyon oluşturuldu.

AK Parti'nin gerek YÖK reformunu gündeme getirmesi, gerekse tabanın baskısı ile başörtüsü sorununa ve üniversite imtihanlarında İmam-Hatip Lisesi mezunlarının katsayı mağduriyetinin giderilmesine yönelik teşebbüsleri, AK Parti karşıtı statükocu cepheyi genişletti. Daha önce AB uyum yasaları geçirilirken işbirliği içinde çalıştıkları CHP de bu cepheye dahil oldu. Ama daha önemlisi, artık emeklilerin değil, bizatihi aktif görevi başında olanların da bu kamplaşmada yerini belirlemesi, hükümete yönelik kuşatmanın saflarını sıklaştırdı. Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök meşhur 20 Nisan konuşması ve "sözde vatandaşlar" hitabının yer aldığı bildirisi ile, uzak durduğu gerilimde adeta bir taraf haline geldi. Bu kamplaşmada yerini alanlar arasına, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi de eklendi. Özellikle Yargıtay adeta militan bir tavır içine büründü. Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de dahil olmakta gecikmedi. Bu arada Deniz Baykal da en keskin konuşmalarını yapmaya başladı.


Bu genişlemiş cephenin oluştuğu konjoktürün en ilgi çekici yanı, bu cephenin önemli bir kesiminin kendini anti-Amerikan kampta değerlendirmesine rağmen; Amerikan hükümetinin AK Parti hükümetinden olan hoşnutsuzluğunu açıkca dile getirdiği bir dönemle çakışmasıdır. Zaten öteden beri, Türkiye'deki statükocu çevrelerin "şeriat geliyor" söylemiyle, Washington'daki AK Parti aleyhinde kulis yapan yeni muhafazakar (neo-con) yazar ve lobici takımının AK Parti karşıtı söylemi bir örtüşme halindeydi. Her iki taraf da AK Parti hükümetinin AB'ye üyelik girişiminin, ordunun sistem içindeki rolünü zayıflatmak suretiyle aşamalı olarak Türkiye'de şeriat rejimini yerleştirme operasyonu olduğunu iddia etmekteydi. Ve hatta yeni muhafazalar yazarlar, Bush ve çevresini "ılımlı İslam" projesinden dolayı eleştiriyor ve Türkiye'deki Kemalist çevre ve kurumların Amerika'ya yabancılaştırılmasını eleştiriyorlardı. Gelinen yeni noktada, Amerikan hükümetinin AK Parti'ye karşı eleştirel bir tavır alması, Amerikan hükümeti ile Kemalist statuko ve yeni muhafazakar çevre arasında bir yakınlaşma doğurdu; Özkök'ün 20 Nisan konuşması da Başbakan'ın İsrail ve ABD ziyaretlerinin yolunu açtı.

Bu arada, Türkiye'de son iki yılda yükselen anti-Amerikan ve anti-Semitik dalganın faturası, pişkin bir şekilde AK Parti'ye kesilecekti. Oysa, Urfa'da sözde İtalyan hastahanesinde çocuklarına Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı almak amacıyla üc bin İsrailli kadının doğum yaptığı yalanını yayanların başında bizzat Refah ve Fazilet Partilerine açtığı kapatma davalarıyla dünyada ün yapan emekli başsavcı Vural Savaş gelmekteydi. İsrailliler'in satın aldığı toprak miktarını olanın çok çok ötesinde gösterilip "vatan satılıyor" propagandası yapanlar da aynı çevrelerdi. Bu çevreler, bazı İslamcı çevrelerle beraber, ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesini, Büyük İsrail Projesi olarak sunmuşlar ve doğum ve toprak alımı iddialarını bu bağlam üzerine yerleştirmeye çalışmışlardı. Yanlış bilgilendirme amaçlı kurdukları sitelerde, aralarında Islamcı gibi görünen araştırmacı-yazar unvanlı kişilere de yer vererek, yapılan propagandalar arasında, kırk bin kişinin ölümüne sebep olan büyük depremden de Amerika'nin sorumlu olduğunu iddia edecek noktaya kadar işi götürmüşlerdi. İlginçtir ki, bu hezeyanın faturası, Amerika'nın Felluce operasyonunu sert bir şekilde eleştirdiği için, AK Parti'ye yazıldı.

Gerek ABD'de Bush yönetimini AK Parti (ve dolayısıyla Ilımlı İslam) eksenli Türkiye (ve Orta Doğu) politikasını terketmeye zorlayan yeni muhazafakarlar, gerekse Türkiye'deki statükocu güçler, artık rejimin tehlikede olduğunu iddiada işi en uç noktaya vardırdılar. Sırasıyla, zina kanunu teşebbüsü, başörtüsünün ve İmam-Hatiplilerin katsayısının gündeme gelmesi, YÖK reformu ve son olarak da Kur'an kurslarına ilişkin ceza kanununda yapılacak düzenlemeye ilişkin tartişmalar artık birilerinin gözünde AK Parti'nın hain! emellerinin kanıtları oldu. Türk Solu dergisisinde, 1960 darbesi sonucu asılan devrin başbakanı Adnan Menderes ile Tayyip Erdoğan arasında kurulan ilişki, sadece rejim destekli bu sol görünümlü faşist oluşum tarafından desteklenen görüş olarak kalmadı ve Basın Konseyi başkanı, Hürriyet başyazarı Oktay Ekşi tarafından da açıkça dile getirildi. Eski Cumhurbaşkanı Demirel de, üç yıl sonra seçilecek cumhurbaşkanı tartışmasını şimdiden başlatlatmakla suni bir kriz çıkarmakla yetinmedi. Ilaveten, yeğeninin devlete olan borçlarını tahsil amaçlı olarak ailesinin şirketlerine Tasarruf Mevduatý Sigorta Fonu tarafından el konulması olayını, Menderes döneminin Tahkikat Komisyonuna benzeten Demirel, bunun o devirde ihtilale neden olduğu yorumunu yaparak gayet anlamlı bir dokundurmada bulundu. Aynı zamanda dolaylı olarak, kendisinin kırk yıllık siyasi hayatında aslında mensup olmadığı yerin içinde ve başında, rejimin sıhhati icin konuşlandırıldığını da itiraf etmiş oldu. YÖK başkanı pervasızca kendilerine karşı yapılacak düzenlemelerin yargıdan döneceğini peşin peşin ilan ederek, statükonun kurumları arasındaki dayanışmaya işaret etmekte ve gerginlik çıkağını söyleyerek tehdit savurmaktaydı.

Bu arada belirtmemiz lazım ki, gelişmeleri, yukarıda olduğu gibi, sadece hükümet-statüko eksenli cekişmelerin altında ele almak eksik bir değerlendirmedir. Bu arada gözden kaçmayacak şekilde insan hakları ihlallerinde yılbaşından beri, AB yolunda ilerleyen bir ülkede görülmemesi gereken derecede muazzam bir artış oldu. Askeri mahkemede yargılamaya da varacak şekilde düşünce suçu yargılamarı, anadilde yayın önünde engeller, işkence iddiaları ve Kürtçe dil öðrenmek ve kurs açmak için baþvuranlarýn isim isim asayiþ kuvvetleri tarafýndan izlenmesinden tutun, seçimle gelmiþ belediye baþkanlarýnýn kamu otoritesi tarafýndan dýþlanmasýna kadar ceşitli keyfi uygulamalar devam etti. 28 Şubat döneminde olduğu gibi yargının siyasallaşması olgusu kendini yeniden yoğun bir biçimde hissettirmeye başladığı gibi, güneydoğuda güvenlik güçlerinin keyfi uygulamaları istisna değil, tekrar norm haline gelmeye başladı.

Bu arada şiddetin yeniden hayatın parçası olarak geri dönmesi gözden kaçmaması gereken bır gelişmedir. İki yönlü bir şiddet olgusu mevcut kuşatma ortamında, bu kuşatmayı pekiştiren unsurlar olarak belirmiştir. Biri statükocu çevrelerce körüklenen psikolojik harekat milliyetciliği eksenli linç etme mentalitesiyle hareket eden yığınların şiddeti; diğeri de yeniden yükselişe geçtiği belirtilen ve her gün bir eylemle adını duyuran PKK tarafından yapıldığı iddia edilen eylemler. Buna en son, DHKP-C'ye maledilen ve biraz zihinde kuşkular yaratacak şekilde neticelenen Adalet Bakanlığı'na yönelik eylem oldu. Bütün bu gelişmeler ışığında, ordunun kalemi olarak bilinen Mehmet Ali Kışlalı'nın adeta darbenin gelişini haber verir şekilde kaleme aldığı yazılar daha bir anlam taşımaktadır.

Hükümetle statüko arasındaki gerilimin somut nedenleri olarak görülen başörtüsü, İmam-Hatiplilerin katsayı sorununun çözülmesi ve Kur'an kursuna ilişkin gerginlikler ön plana çıkarılmaya çalışılarak çizilen bir irtica tehlikesi tablosu dış piyasaya yönelik bir siyasal pazarlama teşebbüsüdür. Avrupa'nın kadim İslam endişesine ve ABD'deki karar vericileri etkilemeye yönelik ve onların itirazlarını pasifize etmeye yönelik bir stratejidir. Açıkça ifade edilmemekle beraber, ABD'de bu konuda öteden beri aynı söylemi paylaştıkları bir müttefikleri de vardir ve Kişlalı yakın zamanda yazdığı "AKP'nin işi zor" başlıklı makalesiyle farkında olarak ya da olmayarak yaptığı referanslarla bu ittifaka işaret etmektedir.

Mevcut şartlarda amaçlanan bir darbe olmamakla beraber; değişimin önüne geçmek istenmektedir. Çeşitli tehdit değerlendirmeleri ardından yapılan darbe imaları, AK Parti'yi bir kuşatılmışlık hissine sokarak statükoya teslim olmaya yönlendirme gayretidir. Laiklik ve ulusal birlik eksenli bir püskürtmelerle, hükümetin el atmayı düşündüğü üniversite ve kamu yönetimi reformu gibi yapısal sorunlara eğilmesi engellenmektedir. Yargının giderek daha da keyfileşmesi, askerin rejim üzerindeki ağırlığını, önce 20 Nisan konuşmasıyla, şimdi de yeni hazırlanan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi yoluyla hissettirmesi, psikolojik harekat kışkırtmalı şiddetin dışarıda yol açtığı izlenim ve diğer şiddet eylemlerinin önüne geçmek bahanesiyle alınan önlemlerde keyfilik içeren yanlış uygulamalar, açıkça Türkiye'nin Avrupa Birliği yolundaki girişimlerinin önüne takoz koyma amacı taşımaktadırlar.

Halihazirda, sanki bir darbenin yolunun açıldığı kanısı -özellikle hükümet çevrelerinin kafasında- işlenmeye çalışılmakla beraber, mevcut ve kanımca koordine edilmiş operasyonla, Ali Bayramoğlu'nun dediği gibi, siyaset alttan ve üstten, devletten ve toplumdan gelen baskýyla sýkýþtýrilmakta, daha doðrusu marjinalleþtirilmektedir. "Terörün azmasý, güvenlik gerekçelerinin önem kazanmasý, toplumun belki bu kez kendi eliyle daha da sineceði, "depolitizasyon"un ayyuka çýkacaðý ve devletin iyice aþýrý deðerleneceði bir aþamaya doðru" ilerlemektedir. Diğer amaç da, hükümeti ürküterek çalýþamaz hâle getirmek ve oy tabanýndan uzaklaþtýrmaktýr.Hedeflenenler arasında Başbakan Erdoğan'ın cumhurbaskanlığının önüne geçmek de vardır. Ali Bayramoğlu'na göre "Çankaya'yý 2007 seçimlerinde AK Parti'ye kaptýrmamanýn tek yolu erken seçimi zorlamak. Bu ise ancak AK Parti'nin yýpratýlmasýyla, meþruiyetinin zedelenmesiyle, hatta bölünmesiyle mümkün. Ekonomiden dýþ politikaya ana hatlarýyla dengelerin yerli yerinde olduðu bir dönemde bu tür yýpratma faaliyetleri uzun zaman alacaðý içindir ki, ilk "peþrevler" þimdi baþlatýlmýþ bulunuyor."

Ancak Çankaya merkezli bir okumanın olayları açıklamada tek başına doğru olduğunu sanmıyorum. Olanlar, Çankaya'nın da elde tutulması dahil olmak üzere, statükonun, küçük rötuşlar dışında, devamını sağlama gayreti ve bu yolda hükümet ve değişim taleplerine karşı bir kuşatma harekatına girişilmesidir. Yargıtay hakimlerinin çok büyük çoğunluğunun ve baroların, Yargıtay hakimlerinden Osman Şirin'in "yargıda artik Mahmut Esat Bozkurt devri kapanmalıdır" sözüne fanatikçe karşı çıkıp, Şirin'i neredeyde sanık sandelyesine oturtur şekildeki reaksiyonları da bunun bir işaretidir. Artık anti-demokratik tavır, tescilli bir ırkçının bağnazca, hem de hukuk adamları tarafından savunulmasına kadar varmıştır.

Mevcut statüko hayat hakkını, fanatik bir biçimde her daim eskimediğini düşündüğü, Türk modernleştirme modelinin devamında görmektedir. Bu modelin özü de laikçi bir temelde tanımlanmış dışlayıcı ve inkarcı bir Türk yurttaş kimliğidir. Bu resmi kimliğin laikçi yönü İslami ögelerin, Türk yönü de, Türklük dışı etnik kimlik taleplerinin inkarı demektir. 1970'lerin sonuna doğru Türk-İslam Sentezi kitleleri manipülasyon amacıyla devlet tarafından yürürlüğe konmakla birlikte, devletin merkez özünde Türk olmak dini kimlikten ayrışmış olmayı gerektirmektedir. Aksi takdirde tam anlamıyla "Beyaz Türk" sıfatına haiz olmak mümkün değildir ve devletin en önemli güç merkezleri, bu beyazlık şartını tam olarak taşımayanlara, milliyetçi bile olsalar, kapalı tutulmaktadır.

Sistem, Osmanlı'nın devşirme geleneğini yeniden üreterek devam ettirmektedir. Etnik Türk olmak, Beyaz Türk olmanın ön koşulu değildir. Önemli olan cumhuriyetin biçtiği Türk kimliğini ve Kemalist ilkeleri sorgusuzca içselleştirmek ve dini ve farklı bir etnik aidiyet talebiyle ortaya çıkmamaktır. Nitekim, parametreler içinde kurulmuş, işlev görmüş ve devleti kutsamış zümrelere karşı bile askeri darbelerin yapılmış olması, özümseme veya içselleştirme konusundaki hassasiyetin ne kadar ağır bastığını göstermektedir. Bu noktada yine Ali Bayramoğlu'ndan tekrar bir alıntı yapmak kaçınılmaz olmaktadır: "Bu çerçevede merkez sað ve sol partiler merkezkaç talepleri ehlileþtiren araçlar, yani milli devlet modelinin sentez aygýtlarý, entegrasyon araçlarý ve filtraj mekanizmalarý olarak vazife görmüþlerdir."

Hatta iktidara tek başına talip olmadığı sürece İslamcı partiler de böyledir. Merkez sağ çizgi, yarı muhafazakar-Sünni kesimleri sisteme entegre ederken, CHP Alevileri entegre etme rolünü görmüştür. Milli Görüş çizgisi de merkez sağın tatmin edemediği İslami talepleri ehilleştirmiş ve inkar edilemez önemde geniş bir Kürt kitlesini de "din kardeşligi" bağlamında çatısı altında tutmayı bilmiş ve bir yerde, iktidara tek başına ya da en güçlü ortak olarak gelmediği sürece, emniyet sübabı rolu oynamıştır.

Statüko, dini ve etnik kimliklerin ancak özel alanlarda ifade edilmesine müsaade etmiş ve kamusal alanı da devletin alanı olarak tanımlamak yoluyla bu kimliklerin kendini ifade etme imkanlarını büyük ölçüde kısıtlamıştır. Kamu hayatı, siyasal merkezin tanımladığı bir alandır ve orada farklı kimliklerin taleplerine ve kendilerini ifade etmelerine yer yoktur. Yerel olanın kamusal alan içinde yer almaması öngörülür. Kamusal alanın ayırdedici özelliği olarak görülen evrensel değerler ise demokrasi, özgürlük, eşitlik ve insan hakları gibi hususlar değil, daha çok çağdaşlık olarak görülen bir yaşam tarzının tercihi ve tekbiçimci ulus kimliğinin kuşatıcı kimlik olarak olarak görülmesidir. Evrensel olmak batılı ve ulus olmaktır.

Bir yerde çok partili dönemde, Türk siyasal hayatını, çevre ile merkez arasında bir gerilim olarak görmek mümkündür. Çevre, çok sınırlı parametreler içinde kendine tanınan imkanları kullanmak yoluyla taleplerini gerçekleştirmek isterken, merkez de ya ehilleştirerek ya da bastırarak çevrenin taleplerini dengeleme gayreti icinde olmuş ve bunun yarattığı gerilim darbelere giden yolu açmıştır. Bu sistemin direnç gücü kendi parametrelerini, kendisinin doğrulama ve meşrulaştırma aracı olarak kullanmasından ileri gelmektedir. Kamusal alana yönelik herhangi bir etnik ya da dini talep, içeriği ne olursa olsun, bölücü ve gericidir; çünkü parametreler öyle öngörmektedir. Bunun tartışılmasının bile toplumda ayrışmalara ve gerilimlere yolaçacağı varsayılır.

Sistemin değişime kapalı olması onun kendi iç çelişkisi ve kriz yaratıcı doğasını da ortaya koymaktadır. Evrensel olana yaklaşmak isterken de evrensel olandan uzaklaşmasının nedeni, bu kendi iç çeliskisi yüzündendir. Ayrıca statükonun beraberinde getirdiği rant sisteminin doğurduğu paylaşma mekanizması, içerisine yeni unsurlar dahil etmeye hazır da değildir. Zaman zaman ülkenin batısındaki metropol şehirlerdeki köklü sermayedar sınıfının, globalleşme süreçlerinin dışında kalmak istememekle beraber, devletçi sivil ve asker bürokratlarla ittifaka gitmesinin nedeni de budur. Sadece siyasal alanda değil, ekonomik ve kültürel alanlarda bile varolanın dışındakilerin pastadan pay talebine olumlu bakılmamaktadır. Bundan dolayı yeşil sermaye ve kravatlı yobaz retoriğinin, irtica söylemi içinde yer almasına da şaşırmamak gerekir. Başbakanın danışman kadrosunun "etnik çete" tabiriyle hakarete maruz kalmasına da saşırmamak gerekmektedir.

Görüldüğü üzere, mevcut şartlarda Türkiye'de siyaset iç ve dış hassas dengeler üzerine oturmaktadır. İçeride, insan kaynağı statükonun aleyhine olmakla beraber; hukuk yoluyla baskı, örgütlenmiş şiddet ve propaganda tekelini elinde bulundurması, statükocu güçlere dengeyi kendi lehlerine tutma şansı vermektedir. Bu durumda, statuko ile değişim talebinde olanlar arasında tam denge durumunun sağlanması için, dış etkenlerin desteğinin ister istemez, hükümetin de içinde olduğu, statüko karşıtı cephenin arkasına alma zorunluluğu vardır.


Ancak bunun önünde çeşitli engeller var: Birincisi, statüko karşıtı cephenin homojen olmaması, onları farklı amaçlar doğrultusunda farklı ittifaklara itebilmektedir. İkincisi, dışarıdan desteği aranan gücün bazı çıkarları, statükonunki ile uzlaşması durumunda, denge yine statüko lehine kaymaktadır. Statüko karşıtlarının dışarısıyla ittifak ararken kendisinin içeride vurulabilirliği onların elini kolunu bağlayan unsur olmaktadır. Statükonun rahatlıkla verdiği bir taviz, statuko karşıtlarınca verilince ihanet olarak değerlendirilebilmektedir. Üçüncüsü; statüko karşıtı cephenin zayıflığının farkında olan dış destek odakları, bu zayıflıktan kendi çıkarları için avantaj sağlamak yoluna gitmektedir. Dördüncüsü, dışarısı bazen kendi iç kamuoyu baskıları yüzünden karşılanması imkansız isteklerle de gelebilmektedir.

Tüm bu durumlar gözönüne alındığında, AK Parti iktidarının içinde olduğu kuşatılmışlık durumunu aşmaya muktedir olup olmadığı sorusu gündeme gelmektedir. Şu ana kadar gözlemlediğimiz gidişat, AK Parti'nin bu konuda inişli çıkışlı bir çizgi izlediğini göstermektedir. AB ile başlayan müzakerelerde takip edilecek yol ve elde edilecek sonuç hayati bir öneme sahiptir. O yüzden gereksiz efelenme tavırlarıyla geçici tepkiler, yerini rasyonel adımlara bırakmak zorundadır. Avrupa cephesinde elde edilecek olanlar, ister istemez ABD'den gelecek karşılanamaz istekleri de dengeleyecek, ABD, Avrupa'ya rağmen, statükonun en gerici unsurları ile ittifakı göze alamayabilecektir. Bu durum da bir süre daha başörtüsü ve İmam-Hatiplere katsayı sorununun ertelenmesini gerektirebilir. YÖK reformu konusu da bu iki husus dışarıda tutularak ele alınırsa, dışarıya meselenin "irtica" sorunu bağlamında sunulmasını imkansızlaştırır. Hükümetin kaçınması gereken bir husus da, psikolojik harekat milliyetçiliğinden endişelenerek, celladının (merkezin) ağzıyla konuşmakdır. Populist endişelerle milliyetçi söylem ve tavıra kayış, üstünde oturulan dalı kesmek gibi olacaktır.