Sunday, June 26, 2005

Devlet Değişimin Önünde Engel

Devlet Değişimin Önünde Engel

Levent Baştürk


Artık inkar edilemez bir gerçek olarak ortada ki, toplumun büyük bir kesimi statükodan hoşnut değil ve sistemde değişiklik talep ediyor. Değisim talebinde bulunan kesimlerin homojen olmaması ve çeşitli kesimlerin taleplerini diğerlerinden farklı konularda dile getirmesi, değisim taleplerinin gerçek boyutunun ne olduğunu ölçmede bir zaafiyet yaratsa da, rejimi canla başla savunmaya kararlı kesimlerin de inkar edemediği gerçek, artik deniz bitmiş ve statüko tıkanmıştır. Hukuksuzluk inkar edlilemez bir şekilde kendini hissettirmektedir.
Ancak böyle bir ortamda güç sahipleri değişim taleplerine karşı hala belli zümreleri harekete geçirip sokağa dökebiliyorsa, bu da son yüz yıla hakim olan korku mentalitesinin an aşırı ırkçı motiflerle sömürülmesi ve bu sömürü üzerinde belli hassasiyetlerin harekete geçirilmesi sonucudur. Özellikle İmparatorluğun son çeyrek yüzyılında, Hıristiyan azınlıkların gerek milliyetçilik akımlarının etkisiyle bağımsızlık kazanma istemleri, gerekse dış devletlerin kışkırtmaları sonucu ayaklanmalari ve onları takip eden savaşlar sonucu devletin devamli toprak kaybına uğraması, Osmanlı askeri-bürokratik elitleri tarafindan kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti'inin kuruluşunda ve devamında pek çok alanda kendini hissettiren bir kabus işlevi görmüştür. Bu kabusun neticesi olarak, farklılık korkulan bir fenomen olarak algılanmış ve farklılığa sebebiyet verecek her türlü unsurun önüne geçilmesi için aşamalı olarak çeşitli gayretler içerisinde olunmuştur.

Farklılıkların önüne geçmek icin düşünülen en köklü çare nüfusun homojenleştirilmesine calışılmasıdır. Bu cercevede ilk alınan tebdir, ülke topraklarının gayri-müslim unsurlardan arındırılmak istenmesi olmuştur. Yunanistan'la imzalanan mübadele anlaşması bu amaca büyük ölçüde hizmet etmiştir (tehcir ve baska hadiselerle Ermeni nüfusu daha önceden Anadolu topraklarından büyük ölçüde uzaklaştırılmıştı). Ancak bununla yetinilmeyecek, yeni rejim Yahudiler'e karşı da bir Türkleştirme politikası izleyecektir. Gerek bu Türkleştirme politikasının sonucu gerekse Varlık Vergisi hadisesine varan gelişmeler neticesinde Yahudi nüfusun önemli bir kısmı da Türkiye'den ayrılacak İsrail'e, Güney Amerika'ya ve ABD'ye yerleşecektir.

Ancak farklılıkların önüne geçme sadece ülkenin gayri-Muslim nüfustan arındırılmasıyla bitmemektedir. Müslüman nüfus da homojen bir yapı arzetmemektedir. Herşeyden önce İslam dininin pratigi açısından müslüman nüfus bölünmüş durumdadır. Radikal batıcı reformlar gerçekleştirmek idealinde olan yeni rejimin lider kadroları, heterodoks bir karakter arzeden Alevilik ve Bektaşilik'i kendi kuracakları yeni rejim icin bir güvence olarak görmekle beraber, bir yandan da onlarda asırlardır gelişmiş olan ekalliyet (azınlık) şuurunu da bir tehlike unsuru olarak görmektedir. Bir yandan devletin benimseyeceği laiklik prensibi sayesinde bu kesimlerin bir yerde Sünni çoğunluğa karşı korumaya alınması sonucu rejime bir destek sağlanacağı hesabı yapılırken, öte yandan da Alevi ve Bektaşi kimliğini yaşatan kurumsal yapılar olan tarikatlar (Sünni olanlarıyla birlikte) yasaklanacaktır.
Ancak, Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB)'nın kurulması ve bu kurumun adeta Sunni-Hanefi İslam'ın kuralları çerçevesinde faaliyet gösteren bir kurum gibi bir özellik göstermesi, yeni rejim tarafından Sünniliğin Aleviliğe karşı imtiyazlı kılındığı gibi bir sonuca varmaya yol açmaktadır. Diğer taraftan konuya biraz dikkatli bir bakış, madalyonun bize öte yüzünü göstermektedir: DİB, Sünni İslamı kontrol altında tutan ve ona yapılan müdaheleleri meşrulaştıran bir kurum olarak da işlev görmektedir. Bir başka bir ifadeyle, DİB vasıtasıyla devlet din işlerini sivil toplumun insiyatifinden almış ve sivil toplumun dinsel pratiklerini de devletin müdahele alanı içine sokmuştur. Tarikat yapılanmaları (Alevi olanları dahil) kendilerini yasal alanın dışına çıkararak, aslında bu müdahelenin dışında kalma fırsatı bulmuştur. Belli bir tarikat yapilanması içinde yer almıyan, toplumun çok önemli bir çoğunluğu, tamamen sivil topluma bırakılması gereken din alanında devlet mudahelelerinin nesnesi haline gelmistir.

DİB'nın devlet bürokrasisi içinde yapılandırılması aynı zamanda homojen bir toplum yaratma projesinin kurumsal bir düzenlemesidir. Cumhuriyet eliti yeni bir Türk kimliği veTürklük bilinci inşa etmek istemektedir. Ancak bu kimlik ve şuurun sınırları etnik taban üzerinde ve çerçevesi içinde belirlenmek istenmemiştir. Türklük ilk başta sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına verilen ad olarak düşünülmüştür. Bu kimliğin asıl tanımlayıcı ögesi onun seküler karakteridir. Din bu kimliğin ana tanımlayıcısı olmaktan çıkacak, Türkiye'de yaşıyan insanların Türk diye anıldığı Batılı yeni bir ulus yaratılacaktır. Bu ilk etapta, etnik bir kökenden hareket ediyor gibi görünmeyen yeni ulus yaratma projesi, Cumhuriyet elitinin etnik kökenleri ile de bir uyum içerisinde olmuştur. Içlerinden önemli bir kısmı Balkanlar'daki değişik müslüman etnik gruplara mensup olan bu insanların şoven bir Türk milliyetçiligi izlemesi beklenemezdi. Ancak bu projenin ilk etapta dayandığı seküler homojenleştiricilik açısından, bu projeyi kabul etmeyenlere karşı, etnik kökeni ne olursa olsun, bir ayrımcılığın dayatılacağı da aşikardı. Nitekim hem Kürt bölgelerinde hem Türk bölgelerinde ceşitli başkaldırılar olmuş ve bunlar zor kullanarak bastırılmıstır.

Ilk başta etnik yönü ağır basmamakla beraber, sonraları kurgulanmış yeni Türk kimliğinin bir etnik mecraya sapmaması imkansızdı. Bu imkansızlığın ilk sebebi, yukarıda değindiğimiz gibi, bu kimliğin homojenleştirici vasfı, yani onun inkarcılığıdır. Türkiye'de Türk olandan başkasının olmadığı iddiası kaçınılmaz olarak Türk olandan başkasının reddine yol açmıştır. Bunun Cumhuriyet tarihi boyunca en cok Kürtler'e ilişkin olarak kendini hissettirecektir. Çerkezler, Boşnaklar, Arnavutlar ve Pomaklar açısından durum daha farklıdır. Bir yerde bu etnik zümreler kaybettiklerini düşündükleri bir yurt yerine Anadolu'da yeni bir yurt edinmişler, bu çerçevede de kendilerini kuşatıcı bir Türk kimliği içerisinde değerlendirmede o kadar çok ciddi bir sorun görmemişlerdir. Oysa Kürtler açısından farklı bir durum vardır. Onlar bu toprakların daha Türkler gelmeden önce yerlisi idiler. Ayrıca, bütün merkezi devlet anlayışına rağmen Osmanlı Devleti'nin Kürt bölgelerinde aşiret yapısına dayalı otonom bir idare şeklini devam ettirmesi, devletle ilişkilerinde Kürtler'de diğer yukarıda saydıklarımızdan farklı ve özerk bir aidiyet duygusunun gelişmesine yol acmıştır. Daha önce, Osmanlı'nın son dönemlerinde merkeziyetçi reformlara karşı direnen Kürtler, bu defa hem merkezi devlet yapısına, hem empoze edilen ve Kürtlüklerini inkar eden bir kimliğe karşı direnmişlerdir. Daha sonraları inşa edilmek istenen kimliğe tarihi kök bulma gayretleri (Güneş Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezi) bu kimlik arayışını ister istemez etnik bir mecraya da çekecektir. Bunda 1930'lu yıllarda Avrupa'da esen ırkçılık rüzgarları da etkili olacaktır.

Bu arada bir husus gözden kaçırılmamalıdır: bu etnik kimlik esasında Türk etnik kökeninden gelenlere karşı da ayrımcıdır. Eğer yeni kimliğin seküler karakteri kabullenilmemişse, Türk de Kürt kadar farklı ve tehlikeli olarak görülmüştür. O yüzden de "bölücülük" ve "irtica" başından itibaren birlikte değerlendirilen ve de bazen örtüşen tehlike unsurlarıdır. Bir yerde Batılı etno-seküler kimlik bir ayrımcılığın referans noktasını oluşturmuş, bu kimliği içselleştirmemiş olan zümreler sistemden (ister eğitimli olsunlar ister olmasınlar) soyutlanmak istenmiş, onların oyları hor görülmüş, Hasso-Hüsso, ayağı çarıklı, takunyalı, dağlı, kravatlı yobaz ve başka sıfatlarla anılmışlardır. Olan bir bakıma kültürel bir temel üzerine inşa edilen (siyasal güç, statü kazanımı ve iktisadi kazançla da pekişen) bir ırk ayrımıdır. Bir yanda Kemalist ideolojiye eklemlenmiş etno-seküler Türk kimliğini içselleştirmiş "Beyaz Türk" zümreleri, diğer yanda da bu kimliğin dışında kalan "Zenci Türkler". Aslında her iki zümre de etnik olarak homojen ögelerden oluşmamakta. Onları ayıran husus, dayatılan kurgulanmış kimliği kabul etmekle, onu kısmen veya tamamen reddetmek...

Yukarıda yazılanlardan yola çıkarak, diyebiliriz ki, Kemalist ideoloji, kurgulanmış etno-seküler Türk kimliği ve milli güvenlik anlayışı, Beyaz Türk elit mentalitesinin birbirinden ayrı ele alınması imkansız parçalarıdır. Farklılıklar sadece dinsel ve etnik bazda tehlikeli olarak görülmemiş, devletin kurucu ideolojisi dışındaki ideolojiler de ya kuşku ile karsılanmış ya da düşman görülmüştür. Bu yüzden ne liberalizm ne de komünizm hoşgörüyle karşılanmıştır. Her ikisi de farklılaşmaya vesile olacak sebepler olarak görülmüş ve varlık göstermelerine müsaade edilmemiştir. Bu çerçeveden yola cıkarak, "Kemalizm demokrasiye bir geçiş aşamasıdır" şeklindeki görüşleri haklı görmek mümkün değildir. Yeni rejim aslında varolmuş ve pratiğe dökülmüş bir demokratik deneyimin tasarlanan projeye uymayacağını görmüş ve onun önüne geçmek istemiştir. Bunu anlamak için Birinci Meclis örneğine bakmak gerekmektedir.

Birinci Meclis'in İkinci Grup'u, azınlıkta olmasına rağmen, muazzam bir demokrasi deneyimi ortaya koymuş ve zaman zaman sonradan CHP'nin temelini oluşturan Birinci Grup'un pek çok milletvekilinin oylarını pek çok oylamada ikna gücü yüksek ve demokrasi referanslı konuşmalarıyla etkilemeyi bilmiştir. Bu deneyimin yaratmış olduğu rahatsızlık, bir sonraki seçimlerde tamamen güdümlü bir aday tesbitine gitmeyi gerektirmiştir. Buna rağmen, İkinci Meclis'te yeni bir muhalefet odaği ortaya çıkacak (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası); fakat o da bir vesile ile kapatılacaktır. İkinci Meşrutiyet sonrasında başlayan ve Cumhuriyet'e kadar giderek coğalan her ceşidinden sivil toplum yapılanmaları da yasaklanacak, dernek hayatı bir kaç CHP güdümündeki dernekle sınırlandırılacaktır.


1945'den bu zamana kadar tecrübe ettiğimiz çok partili hayata rağmen bu yapı pek o kadar bir değişiklik gostermemiştir. Ortaya cikan sadece bir "hükümet-devlet ayrımı"dır. Mustafa Erdoğan'ın deyişiyle "Türkıye'deki cari siyasi rejim, ülkenin kaderinin yurttaşların seçilmiş temsilcilerinin elinde olmadığı, ulusun çıkarının onun demokratik temsilcileri tarafından kararlaştırılmadığı, seçimlerin sonuçları ne olursa olsun "çekirdek devlet"in daimi kadrosunun egemenliğinin hiç değişmeden kaldığı, demokratik olmayan bir rejimdir" (Rejim Sorunu, s. 62).
Parlamenter rejim görüntüsü altında, hükümetin devlet güdümünde gitmesinin sağlandığı, çok sınırlı ölçüde konjoktür gereği kendisine özerklik sağlandığı; ama sınırlar dışına çıkıldığına inanıldığında hemen gereken mudahelelerin hic cekinilmeden yapıldığı bir rejim sürdürülmektedir. Bu yapı bize 1950'den beri dört adet darbe armağan etmiştir: 27 Mayis, 12 Mart, 12 Eylul ve 28 Subat. Şu an AKP iktidarı döneminde yaşananlar da, bir yerde, 1950'den beri yaşanan hükümet-devlet ayrışmasının bir başka izdüşümüdür. Ancak, AKP'nin diğer devrelerden farklı olarak avantajı, oldukca müsait bir iç ve dış konjoktürü yakalamış olmasıdır. İç konjoktür artık sistemin tıkanmış olması ve içerideki taleplerin artık bastırılamayacak noktaya gelmesidir. Milliyetçi manipülasyonlar bile, devlet elitine sadece geçici bir nefes aldırmaktadır. Dış konjoktür ise küreselleşme, AB üyeliği ve ABD'nin yeni bölgesel düzenlemeleri tarafından belirlenmekte ve tüm bunlar içeride birtakım revizyonları zorlamaktadır. AKP uygun bir rüzgar yakalamıştır; fakat şu ana kadar geminin rotasını doğru yöne çevirmede gereken tutarlılığı bir türlü gösterememiştir.

Tuesday, June 21, 2005

"Sözde Demokratik Cumhuriyet"

"Sözde Demokratik Cumhuriyet"*



Levent Baþtürk







Cumhuriyetin yetmiþbeþinci kuruluþ yýldönümü vesilesiyle yaptýðý konuþmada dönemin Genel Kurmay Baþkaný Hüseyin Kývrýkoðlu "sözde aydýnlar"dan þikayet etmiþ ve liberal demokrat aydýnlarý "irtica" ve "bölücülük"ün yanýsýra en büyük tehlike ilan etmiþti. O günden bugüne, statüko çevrelerinin dilinden düþurmediði bu "sözde" sýfatý, cumhuriyetin demokratik niteliðini sorgulamaya yönelik her sorun ya da olgunun baþýna getirilmeye baþladý: sözde Ermeni sorunu, sözde baþörtüsü sorunu, sözde Kürt sorunu, sözde insan haklarý sorunu, sözde sivil toplum örgütleri, vs. Son olarak da içinde bulunduðumuz dönemin Genel Kurmay Baþkaný Hilmi Özkök, Mersin'deki Nevruz kutlamalarý sýrasýnda bayrak yakýldýðý rivayetleri üzerine yayýnladýðý bildiride, "sözde vatandaþlar" sözünü kullanarak, "sözde" sýfatýnýn kullaným alanýnýn geniþlemesine ve geliþmesine katkýda bulunmuþ olacaktý. Kelimenin artýk býr sýfat olmaktan çýkýp bir kavram olmaya doðru doðru dönüþüm geçirdiðini iddia etmek mümkündü. Bu arada pek çok insanýn gözünden kaçan þu oldu: Bu konuþmasý ile Özkök býr etnik zümreyi diðerine karþý kýþkýrtma ve kamu güvenliðini tehlikeye sokma riskini üzerine almaktan çekinmemiþti. Üstelik bu konuþmasý ile ceza kanununun 312'nci maddesine göre suç iþlemiþ olmaktaydý. Ancak bu kanun statukoyu eleþtirenleri keyfi olarak yargýlamak amacýyla iþletilen bir kanun olduðu için, doðal olarak Özkök'ü baðlamayacaktý.



"Sözde" sýfat-kavramýnýnýn bu kadar yaygýn olmasýnýn arkasýnda yatan temel neden statükodan çýkarý olan devlet elitinin dýþlayýcý, inkar edici, farklý olaný aþaðýlayýcý ve deðiþime karþýt tutumlarýdýr. Onlara göre Mustafa Kemal tarafýndan kurulmuþ olan cumhuriyet demokrasi, baðýmsýzlýk, özgürlük, hoþgörü ve akýlcýlýk gibi ögeleri kendi içinde taþýmaktadýr. Kemalizm'in ortaya koymuþ olduðu bakýþ açýsý dýþýnda baþka bir görüþ ve pratiðe gerek yoktur. Dolayýsýyla talep edilecek ve tanýnmasý gereken haklarýn varlýðý da söz konusu olamaz. Bu anlayýþ otomatik olarak Kemalist tahayyül dýþýnda kalan her türlü farklý olma talebini inkar ve ret edecektir. Bu durum Kemalist düþünce dýþýnda kalan her türlü düþünce için de geçerlidir. Statükonun ve Kemalist anlayýþýn çizdiði dar alanýn dýþýnda var gibi görünen düþünceleri ve farklýlýk taleplerini aslýnda var gösteren dýþ güçlerin oyunlarý ve kýþkýrtmalarýdýr. Bir baþka deyiþle, Ýslami kesimin kamusal alanda kendini ifade etmeye yönelik talepleri ile, Kürt kimliðinin siyasal ve sosyal alanda temsiline yönelik taleplerin arkasýnda söylenenin dýþýndaki sebepleri aramak gerekmektedir.



Bu inkarýn arkasýnda yatan gerçek neden, devlet elitinin statuko sayesinde cumhuriyeti kendi mülkü gibi kontrol etme gücünü elýnde tutmasýndan baþka þey deðildir. Bu gücü kaybetmek istememektedir. Öte yandan aydýnlarýn liberal demokrat söylemi ve Islami kesimin ve Kürtler'in demokratik talepleri statükoya doðrudan yönelmiþ sorgulama niteliðini taþýmaktadýr. Bu durumda sorgulamaya yanaþmayan ve yeni bir toplumsal uzlaþma ve sözleþme gereðini inkar eden statükocu güçler için inkar ve karþýsýndakini düþman olarak görmekten baþka yol kalmamaktadýr. Ýnkar, ötekileþtirme, insan haklarý ihlalleri, toplumsal çatýþma, homojenleþtirici toplum mühendisliði ve milli birlik ve bütünlük retoriði birarada ve birbirlerini tamamlayan unsurlar olarak yer almaktadýr.

Yukarýda söylenenlerin tümü sistem içinde ordunun oynadýðý merkezi rol çerçevesinde göz önüne alýndýðýnda, Türkiye Cumhuriyeti'nin demokratik ve laik bir devlet olarak deðerlendirilmesini imkansýz kýlmaktadýr. Ortada olan bir merkezi, otoriter ve pretoryen (askeri) cumhuriyettir.



Pretoryen bir yapýda ordu, kaðýt üzerinde ona baðýmlý görünse bile, sivil siyasal yapýdan baðýmsýzdýr ve kendi baðýmsýz siyasi gücünü ya güç kullanýmý tehditi ya da doðrudan kullanýmý yoluyla hissettirir. Pretoryen otoriter devlet toplumun dýþýnda ve üzerindedir; fakat kendi bekasý için kitleleri mobilize eden bir unsur olarak milliyetçiliði siyasal sermaye olarak yoðun biçimde kullanýr. Öte yandan, yeni sosyal güçleri etkili bir biçimde sisteme entegre etmedeki basarýsýzlýðý onu hegemonya krizine sokar. Hegemonya krizinin aðýrlaþtýðý þartlarda doðrudan veya dolaylý baský kullanýmý, toplumu idare etme biçimi olarak kendini gösterir. Bu güç kullanýmýný meþrulaþtýrmada coðu zaman baþvurulan gerekçe ulusal çýkar, ulusal güvenlik ve ulusal bütünlüðün saðlanmasýdýr. Bu yapý içinde izin verilen demokratikleþme haliyle çok sýnýrlý kalacaktýr.



Devlet gücünü elinde tutanlar demokrasi, özgürlük ve hoþgörünün sýnýrlarýný tayin etme hakkýný sadece kendilerinde görürler. Siyasal partiler ve sivil toplum örgütleri sisteme bir meydan okuma sergilemedikçe ve parametreleri zorlamadýkça tahammül edilebilir. Bu yapý içinde, eðer sistemin parametrelerine ters düþüyorsa, siyasal çoðulculuðun, kültürel ve siyasal haklarýn ve özerk dini alan anlayýþýnýn yeri yoktur. Bunlarýn talebi de pretoryen elit ve onlarýn müttefiklerinin gözünde bir ihanettir. Türkiye siyasal gerçekliðinin baglamýnda olaya baktýðýmýzda, Kemalizm'e yönelik eleþtirilere statükocu güçlerce bir ihanet olarak bakýlmasý, yukarýdaki açýklamalar ýþýðýnda daha iyi anlaþýlmaktadýr; çünkü Kemalizm statükonun meþruiyetinin temelidir. Yurtseverlik ve vatanseverlik gibi kavramlar bu anlam çerçevesi içinde tanýmlanýr ve sunulur. Bu noktada "tetikçiler"in rolü çok belirgin olarak ortadadýr.



Tetikçiler kurulu proteryen siyasal yapý ve onun neticesi olan yaðma düzeninde medyada, akademi dünyasýnda ve yargýda önemli yerler iþgal etmektedirler. Etiketi "köþe yazarý" olan tetikçinin köþesi onun için siper, kalemi de iftira, hakaret ve küfür ateþleyen bir silahtýr. Bir hukuk kurumu deðil, bir siyasal baský mekanizmasý iþlevi gören yargý siyasal muhalefete karþý kullanýlan en etkili saldýrý aracýdýr. Subjektif siyasal kýstaslara dayalý keyfi mahkeme kararlarý siyasi partilerin, insan haklarý savunucularýnýn ve aydýnlarýn kafasýna inmeye hazýr balyoz gibi beklemektedir. Ünýversitelerin baþýna getirilmiþ kiþilerin ayýrt edici nitelýkleri onlarýn bilim adamlýklarý deðil; baþörtülü kýz öðrencilerin karþýsýna geçmiþ bir infaz mangasý gibi hareket etmeleridir. Pretoryen cumhuriyetin bekasý için vatansever kýlýðýna bürünmüþ bütün tetikçiler bütün gayretlerini seferber etmiþ durumdadýr.



Yukarýda proteryen devletin özelliklerinden söz ederken onun belli býr kitleyi mobilize etme yeteneðinden ve bunun için milliyetçiliði bir siyasal sermaye olarak kullandýðýndan söz ettik; ama uzerinde durmadýk. Bu husus, rejimin bütün sorunlarýna raðmen hala ayakta kalabilmesini saðlayan belki de en büyük dayanaktýr. Rejim kitle desteðini iki toplumsal fay hattýnýn yarattýðý gerilimlerden almaktadýr. Birincisi, farklý hayat tarzlarý üzerinde oluþmuþ laik-dindar gerilimi; ikincisi ise seksen yýldýr eðitim kurumlarý ve medya aracýlýðý ile beslenmiþ olan dýþ tehditler ve bölünme korkusunun ortaya çýkardýðý gerilim. Bu iki toplumsal fay hattý üzerinde kasýtlý olarak artýrýlan gerilim pretoryan güçlere toplum üzerinde bir savaþ yönetim modeli ve psikolojik savaþ teknikleri uygulama imkaný vermektedir. Ali Bayramoðlu'nun ifadesi ile sivil toplum kuruluþlarý kisvesi altýnda askeri vesayet sisteminin lojistik destek merkezi olarak faaliyet gösteren toplum kesimleri sayesinde bir psikolojik savaþ yürütülmekte ve sivil alana askeri refleksler kazandýrýlmaktadýr. Býr baþka deyiþle, sivil alan da proteryenleþmektedir. Son günlerde bizzat Demirel'in orkestra þefliðinde baþlatýlan, Baykal'la týrmandýrýlan ve rektörler aracýlýðýyla doruða çýkarýlan baþörtüsü gerilimi ve bayrak simgeleþtirilerek kabartýlan, Ertuðrul Kürkçü'nün psikolojik harekat milliyetçiliði olarak adlandýrdýðý, "sözde vatandaþ" nitelemesi ile doruða çýkarýlan milliyetçi dalga, 28 Þubat'la iyice pekiþmiþ olan proteryen otoriterliðin kalmakta ýsrarlý oldugunun býr isaretidir. Açýk hedef hiç þüphe yok ki Avrupa Birliði odaklý deðiþim dalgasýný durdurmakmaktýr. AK Parti iktidarýnýn Meclis'ten yeni geçirmiþ olduðu ceza kanunu da adeta AB yolunda giriþilmiþ bütün reformlarý geçersiz kýlacak þekilde siyasallaþmýþ yargýnýn keyfýliðini daha da artýran bir nitelik taþýmak suretiyle egemenlerin ekmeðine yað sürmüþ olmaktadýr.



20 Haziran 2005

* Bu yazi www.diyarbekir.net'de yayinlanmistir.
http://www.diyarbekir.net/cgi-bin/index.pl?mod=news;op=author_id;id=24

Saturday, June 18, 2005

BUYUKANIT PASA, ESARP-TURBAN ARASINDA UYGUN CIZGI VE SIYASET VE TARIHE MINDERSEL YAKLASIM

BUYUKANIT PASA, ESARP-TURBAN ARASINDA UYGUN CIZGI VE SIYASET VE TARIHE MINDERSEL YAKLASIM



LEVENT BASTURK







Kara Kuvvletleri Komutani Yasar Buyukanit'in iki gun once esarp konusunda soyledigi sozler* medyada epey yer yapti. Dun bazi kose yazarlarinin bu konusma uzerinde bazi yorumlar yaptigi gozden kacmadi.. Fakat herkesin konuya "egemenlere gore neyin caiz neyin caiz olmadigi noktasindan bakmasi, Buyukanit'in sozleri uzerinde acil durulmasi gereken yonlerin gozden kacmasina sebep oldu. Pesinden de bir haber portalinda okudugum** (guresci sandigi) Ermenilere yaptigi minderden kacmama daveti, Buyukanit'in meselelere yaklasmada ne kadar genis ufuklu! oldugu konusunda beni endiselere sevketti dogrusu. Asagida musaadenizle, sizlerle Buyukanit pasanin sozlerine dair yapmis oldugum bir metin analizini paylasacagim.



***



Uc bes cumlelik konusmada uc kere "sey" demis pasamiz.. Bizim ortaokul Turkce ogretmenimizi hatirladim bu satirlari okuyunca. Ne zaman biri ustuste "sey" dese, hemen "sey ne?" diye mudahele eder, "sey sey diyerek Turkce konusulmaz; o seyin adi olur" derdi.



Birakin ustuste tekrarlanan "sey" kelimesini, daha vahim olan durum cumlelerin anlamlari dusunulunce, sozlerin nereye gittiginin belli olmamasi. Simdi bakalim:



"yoksa eþarba hiç kimse bir þey demez."



Ogreniyoruz ki, esarp ile basortusu farkli. Ve pasamizin gicigi esarpa degil. Ote yandan ise, bugunku bazi kose yazisi yorumlarindan anladigimiz, aslinda bu olay bir replika. Gecen sene de, aralarinda Ataturk Universitesi'nin de yer aldigi, cesitli universitelerde vuku bulmus. Ancak bu sene bu olay, belki de baska bir basortusu tartismasi uzerine oturdugu icin, cok tepki cekmis durumda ve devletin sahipleri ile onlarin papagani simdi vaziyet kurtarmaya calisiyor. Ama butun bunlardan daha onemlisi su sorulara aranacak cevaplar: Esarp ve turbanin ne oldugunu tanimlama hakkina kim sahip ve devletin ve onun sahiplerinin yapacak baska isi kalmadi da artik bunun tanimlanmasina mi soyundular? Bu devletin isi mi?



Simdi su ifadeye bakalim:

"Biraz fazla abartýldý. Olmasa daha iyi."



Abartilan nedir? Kapidaki adamin kendine verilen emri abartili bie sekilde uygulamasi mi; yoksa bu yapilana karsi olan tepkiler mi? Eger ikincisi ise, aslinda Buyukanit haksiz uygulamaya, cok kuvvetli olmasa da, bir destek veriyor. Ote yandan, hesaba katmadigi baska bir husus var: Esit vatandas muamelesi gormeyen bu annenin oglunu, statukoyu guclendirmek icin devam eden ve fakat gercekler ortuldugu icin baska turlu lanse ettirilen bir kirli savasta kaybederken olanlara "vatan borcu" kilifi gecirilmesi ve o annenin kendini bununla teselli etmesinin istenmesi. Bu vatan nasil vatan ki kendi icin olen evlat yetistiren anneyi basindaki esarp yuzunden, baska bir baglamda, hor gormekte? Pesinden ekliyor: "Olmasa daha iyi." Yani, olmus bir kere, artik uzatmayin demek istiyor. Biraz daha ileri goturursek, herhalde "kapayin artik cenenizi" anlamina gelecek. Sonra tutmus, rektoru, sanki bu islerden sorumlu degilmis gibi, aklamaya calisiyor. Oysa rektorun basina yaptigi aciklama ortada. Anlasilan Buyukanit gazete filan okumuyor.



Bakin benim hosuma en cok giden cumle su:

"Böyle toplumun tansiyonunu yükseltecek þeylerden kaçýnmak lazým."



Nereye cekersen cek. Kim tansiyonu yukselten? Esarpli anne ile nineye yol vermeyenler mi yoksa bu olaylari haber yapanlar ve koselerine tasiyip "artik bu is kabak tadi verdi" diye tepki gosterenler mi? Yoksa Sezar'a tepki olsun diye Cankaya'ya yuruyenler mi? Yillardir suren bir magduriyetin sorumlulari mi tansiyonu yukselten, yoksa magdurlar mi? Bu "sey"li cumlenin pesinden bir baskasi gelmis:



"Ama tabii bazý þeylerde de kararlý olmak lazým."



Nedir bu kararli olunmasi gereken SEY? Yasaklar mi? Ne demek kararli olmak? Siz bir yandan insanlarin baslarina orttugu bir bez yuzunden egitim haklarini ellerinden aliyor ve insan icine istedikleri gibi cikma haklarina engel olma kararliligini kendinizde goruyorsunuz... Ote yandan bu insanlardan, sizin gibi bes tane cumleyi "sey" sozunu kullanmadan kuramayan birine evlatlarini teslim ederek, "al, cani ve kani sana helal" demelerini bekliyorsunuz... Bu mentalitenin ancak tek bir aciklamasi olabilir: Siz kendinizi bu vatanin sahibi gorup, insanlarin neyi nasil giyeceklerine bile karar verme hakkini kendinizde goruyorsunuz. Ortada esit vatandaslik iliskisi yok. Cunku karsinizdakinin size hayir deme hakki yok; ama sizin ona var. Eger o vatandassa sizin onun ustunde olan biri olmaniz, vatanin sahibi olmaniz lazim. Eger ortak vatandaslarsaniz, o kiyafetine karistiginiz insanin da, size "sen benim basortumle ugrastikca, benim evladimi benden isteme hakkin olamaz" diyebilmesi lazim. Diyemedigine gore, yasalar onunde esit iki vatandas iliskisi degil sozkonusu olan. Kisla kulturu ile yogrulmus bir toplumda sizin hegemonyanizin sizin gorev alanlariniz disinda bile devam etmesinden baska bir durum yok ortada.



Asagidaki cumle ise guzel bir "zeytinyagi" ornegi.

"Ama o çizgiyi, tabii yöneticilerin uygun yerden çizmesi lazým."



Etme pasam; artik bu kadar laftan sonra, bu memleketin gozler onunde acik secik serili tarihinden sonra bizi cocuk yerine koyma. Kimmis "o cizgiyi uygun yerden cizecek"ler? Memlekette bu sifata haiz olan kimler acaba? Sonra nedir "o cizgi"? Ve de "ygun yer"?



Seyler, cizgiler ve uygun yerlerin pesinden, Lubnan'da Basbakani protesto eden Ermeniler'e yonelik soylenen laflar da baska bir derinlik sergiliyor dogrusu.



"Guresciysen mindere cik."


Bakin, siyasetcileri begenmedikleri icin siyaseti yonlendirmeye cikmis bir kurumun en tepesinde yer alan kisilerden birinin siyasete yaklasimi ve bakisini sergileyen metafora. Arkercil ve pazu gucune dayali anlayis politik bir meseleye ancak bu kadar yansir. Tamam, anladik, pasamizin referansi, pek begenmedigi Basbakanimizin, iki tarafin tarihcilerinin biraraya gelmesi konusundaki davetinedir. Davet her ne kadar ilmi bir caba sonucu gerceklerin ortaya konmasi uzerine ise de, meselenin ozunde politik olmasi gercegini degistirmiyor. Politikanin ne oldugunu, onu siyasetcilere ve topluma birakmayacak kadar onemseyen bir kurumun en tepesindeki insanlardan birinin bilmesi gerekmez mi? Politika bilen biri boyle mi yaklasir bir meseleye?



Hadi bir an icin siyaset uzerine degil de, meselenin bilimsel olarak aydinlanmasi uzerine vurgu yaptigini kabul edelim. Bilimsel ugrasi icin uygun terimler sizce "gures" ve "minder" mi?



Artik toplum olarak hak ve hukuk uzerine dusunmemizin, onlari talep etmemizin ve iki lafi biraraya bile getiremeyen insanlarin bizlere, sirf tasidiklari unvanlardan yola cikarak, dogrunun ne oldugunu dikte etmelerine dur dememizin zamani gelmedi mi? Daha ne kadar celladimiza gulumserken birbirimizi kirip tuketecegiz?





* http://www.sabah.com.tr/2005/06/17/siy101.html
(...)
ABARTILI OLMUÞ
"Ama aldýðým bilgi þu: Kapýdaki bir görevlinin þeyi, yoksa eþarba hiç kimse bir þey demez. Bir iletiþim kopukluðu. Biraz fazla abartýldý. Olmasa daha iyi. Sayýn Rektörümüz, üniversitenin kapýsýnda kýyafet kontrolü mü yapýyor. Ýçerde törenle ilgili þeyleri yapýyordur. Böyle toplumun tansiyonunu yükseltecek þeylerden kaçýnmak lazým. Ama tabii bazý þeylerde de kararlý olmak lazým. Ama o çizgiyi, tabii yöneticilerin uygun yerden çizmesi lazým.'' Org. Büyükanýt, Erdoðan'ýn türban konusunda "Gerekirse referanduma gideriz" açýklamasýnýn hatýrlatýlmasý üzerine ise, "Asker olarak benim bu konuda yorum yapmam doðru olmaz" dedi.



** http://www.haberx.com/n/195761/buyukanittan-ermenilere-guresciysen-mindere-cik.htm

Büyükanýt'tan Ermeniler'e: 'Güreþçiysen, mindere çýk'

Orgeneral Yaþar Büyükanýt, Lübnan'daki Ermeni olaylarýyla ilgili, "Neden kaçar insan? Bakýn, Türkiye (haydi) diyor, (çýk meydana) diyor. Bir pehlivan düþünün. Birisi meydana çýkýyor. Birisi ise meydana çýkmaktan korkuyor ve güreþçiyim diyor. Güreþçiysen, mindere çýk. Kendine güvenmediði için, haklý olmadýðý için." dedi.