Tuesday, May 31, 2011

BİR "SEMBOL" OLARAK ÜSAME VE ÖLÜMÜ: İSLAM DÜNYASI VE AMERİKAN DIŞ SİYASETİ - 2


BİR "SEMBOL" OLARAK ÜSAME VE ÖLÜMÜ: İSLAM DÜNYASI VE AMERİKAN DIŞ SİYASETİ - 2

Levent Baştürk



Yazımızın ilk bölümünü, artık eski paradigma üzerinden ABD ve müttefiklerinin Orta Doğu toplumları ile ilişkilerini sürdürmeye devam etmelerinin imkansızlığını belirterek bitirmiştik. Buna rağmen, Amerika'nin bölgede takip ettiği tutarsız ve iki yüzlü siyaset bütün boyutları ile devam etmekte olduğunu görüyoruz. Amerika Mısır ve Tunus'da oluşacak olan dengeleri kendi lehine olacak şekilde belirleme çabası içinde. Ayrıca Amerika'nın ilan edilmemiş savaşlarından birinin sürdüğü Yemen'de, bu savaştan istediği sonucu alabilmek için, Amerika ve müttefikleri döktüğü oluk oluk kana rağmen, yıkılacağı kesinleşene kadar Yemen rejiminin yanında tavır almaya devam ettiler.


Öte yandan son yıllarda Batı’yla ilişkilerini çok geliştirmiş olmasına rağmen tam olarak Batı ittifak sistemiyle entegre olmamış Kaddafi rejimine karşı, oradaki muhalefeti korumak bahanesi altında savaş açılmış durumda. Mevcut rejimin değişmesi halinde İran etkisi altına kayma riski taşıyan Bahreyn'de ise, Amerika ve müttefikleri, Suudi askerleri tarafından ortaya konan vahşete tam olarak seyirci kalmış durumdalar. Suriye'de ise durum biraz daha karışık. İran ve Hizbullah'in müttefiki olan ve Hamas'a kol kanat geren Esad rejimi Amerika için bir hoşnutsuzluk kaynağı. Ancak iktidarda olduğu yarım yüzyıl boyunca, Hizbullah'a sağlanan destek dışında, bölge dengelerini sarsma açısından rahatsız edici bir hareketi de yok Suriye'nin. Suriye'ye ait olan Golan Tepeleri'nı İsrail resmen ilhak etmiş olmasına rağmen, Suriye rejimi İsrail'le 1973'den beri retorik seviyesini aşan ciddi bir sorun yaşamadı. İsrail'in daha çok yakınlarda, nükleer silah geliştirme denemelerinin yapıldığı iddiasıyla, Suriye'nin bazı tesislerini bombalaması bile Suriye ile İsrail arasındaki izafi sükûneti bozmadı. Kısaca, gelişmeler Suriye'nin Libya benzeri bir müdaheleye, kısa süre içinde maruz kalmayacağını gösteriyor.


 "Arap Baharı" dediğimiz halk başkaldırılarının son aşamasının ne olacağının bilinmediği mevcut şartlarda, Üsame'nin sembolik ölümü, eğer Amerika şu ana kadar yaptığı hatalarından ve bölgedeki yeni gelişmelerden doğru dersleri çıkarmazsa, sadece kısa vaadeli bir kazanç sağlayacak Amerikalı yöneticiler için. Obama'nın "ulusal güvenlik sorunlarının emanet edilebileceği kuvvetli lider" imajını pompalamak ve, belki, gelecek seçimi kazanmasının ötesinde bir sonucu yok bu gelişmenin.


Üsame'nin sembolik ölümünün uzun süreli kalıcı etkilerinin olabilmesi için, Amerika dış politikasında şu değişikliklere gidilmesi gerekmektedir:


1- Filistin Sorununa kalıcı ve adil bir çözüm arayışına samimi olarak girilmesi ve İsrail'in saldırgan vurdumduymazlığına karşı artık "dur" denmesi,
2- Irak ve Afganistan'in işgallerine bir an önce son verilmesi,
3- İran'ın bölge için tek sorun olarak görülmesinden vazgeçilmesi ve İran'la dikte edici olmanın otesince pozitif ve yapıcı bir diyaloğa girilmesi,
4- Amerika'nın açıkça ilan edilmemiş ama pratikde sürdürülen Pakistan, Yemen ve Somali'deki savaşlarına son verilmesi,
5- Bölgede, halkına karşı hesap vermeyi ve sorumlu olmayı en azından prensip bazında kabul etmiş rejimlerin tesisi yolunda somut adımların atılmasının Batı tarafından da, bir nüfus etme endişesi taşınmadan desteklenmesi,
6- Amerika'nın bölgeye yönelik siyasetini başlıca üç açıdan yeniden gözden geçirmesi:
     a) İsrail'in her yaptığının yanına kar kalmasını sağlayan kayıtsız şartsız desteği çeken ve İsrail'e uluslararası hukuka göre göre sorumlu olmaya zorlayan bir anlayış,
     b) Bölge ülkeleriyle, bölge insanlarının özlemleriyle Amerikan çıkarları arasında denge sağlayan eşitlik esasına dayalı yeni bir ilişki biçimine girilmesi,
    c) Enerji kaynakları üzerinde rakipsiz hegemonya kurmayı amaçlayan Amerikan güdümünde baskı rejimlerinin varlığının devam ettirilmesine yönelik politikanın değiştirilmesi ve devrilen liderlerin yerine, yine eskiden olduğu gibi, Amerika için kirli işleri görecek taşeronların aranmaması.


Yukarıda kısaca değindiğimiz esaslar çerçevesinde bir değişim olmadıkça, bizatihi Üsame'nin sembolik reenkarnasyonu ile karşılaşmak veya kaynağını ve ilhamını Üsame'den almış yeni sembollerin belirdiğini görmek o kadar şaşılacak bir durum olmayacaktır. Bazıları El Kaide'nin taşeron olduğunu düşünebilir. Bazıları aslında bu örgütün hiç olmadığını ve birilerinin kendi yaptıkları bütün suçları bu olmayan örgüte mal ettiğini de düşünebilir. Bütün bu düşüncelere rağmen, aynen Üsame gibi, onunla özdeş olan El Kaide, biraz silikleşmiş olsa da, hala bir sembol olarak varlığını korumakta ve başında yine Üsame kadar olmasa da belli bir sembolik görünürlüğü olan bir kişi bulunmakta.. Bu örgütün her ne kadar yöntemi ve felsefesi müslümanların çok büyük coğunlugunca kabul görmese de, ortadan kaldırmak için mücadele verdiğini iddia hegemonya sisteminin adaletsizliklerine getirdiği eleştiriler neredeyse müslümanların büyük coğunlugunca kabul görmektedir.


Ayrıca El Kaide'nin var olmadığı veya taşeron olduğu yolundaki görüşler, Amerikan dış siyasetine eleştirel bakış getiren pek çok gözlemci tarafından paylaşılmamaktadır. Bu gözlemcilerin bir kısmına göre, Amerika 11 Eylül olaylarını bahane ederek önceden planladığı bir istilaya girişmiş bile olsa, aslında bu aynı zamanda El Kaide'nin Amerika'yı bir bataklığa çekme stratejisinin de bir sonucudur. 11 Eylül sonrası izlenen işgal politikalarının Amerika'ya maliyeti çok pahalı olmuş ve Amerikan ekonomisini neredeyse batma durumuyla karşı karşıya getirmiş, dünya hegemonyası kurma arzusunda olan Amerika'nın var olan izafi hakimiyetinin de çözülmesi sürecini başlatmıştır. Bu görüşü kabul eden yorumcular, tecrübeli gazeteci Robert Fisk'in El Kaide'nin artık bittiği yolundaki görüşlerini paylaşmamaktalar ve El Kaide'nin 10 yıldır süregiden savaşta, Üsame gerçekten hayatını kaybetmiş olsa bile kaybeden taraf olmadığını iddia etmektedirler.


Üstelik "Terörle Savaş" şiarıyla yola çıkan Amerika sadece ekonomik olarak iflasın eşiğine gelmemiştir. Ahlaki ve felsefi meşruiyet temelleri de yerle bir olmuştur. Demokrasi yaymak şiarıyla ortaya çıkan Amerika'nin terörle mücadele adına çıkardığı yasalar ve geliştirdiği yeni kurumsal yapılar, zaten tartışılır yönleri olan Amerikan demokrasisini her yönden sorgulanır hale getirmiştir. Adalet ve insan hakları gerekçesiyle yola çıkan Amerika, Guantanamo’su, yargısız infazları, dünya çapında kurulan işkence üsleri ve pilotsuz uçak bombardumanlari sonucu ölen masum insanlar nedeniyle, dünyada adalet anlayışı en çok sorgulanan güç haline gelmiştir.


Üsame operasyonunun bizatihi kendisi, Amerika'nin boş zafer edalarına rağmen yaşadığı ahlaki ve felsefi iflasa işaret etmektedir. Fanatizme karşı mücadele şiarıyla yola çıkan Amerika'nın kendi toplumunda aşırı sağcı ve faşist İslamofobi zirve yapar hale gelmiştir. Bu durum demokratik ve insan haklarına saygılı olduğunu iddia eden diğer batı toplumlarına da sirayet etmiş ve beraberinde, kadının örtüsünde simgelenen bir yasakçı anlayışı doğurmuştur. Ayrıca Avrupa'da artan müslüman nüfusun çok uzun sayılmayacak bir süre içinde Avrupa'yı içerden çökerteceğine işaret eden paranoyak bir bakış açısını yansıtan "Avroarabistan" (Eurobia) kavramı Avrupa'nın müslüman önyargısının dışa vurumu olarak oldukça geniş bir kesimde kabul görmüştür. 

Kısaca, bu görüşe göre, El Kaide kaybeden taraf olmamış, aksine Batı'ya karşı mücadelesini başlattığı gün ileri sürdüğü “Batı’nın müslümanların dostu olmadığı” iddialarını doğrulattığı gibi, Amerika'yı hem ekonomik ve mali hem de ahlaki ve felsefi zeminde büyük bir meşruiyet sorunu içine sokmuştur.